Sultan I. Ahmed’le Kösem Sultan’ın oğulları, Sultan Dördüncü Murad’ın kardeşi Sultan İbrahim 5 Kasım 1616′da İstanbul’da dünyaya geldi. 1640-1648 yılları arasında 8 yıl padişahlık yaptı. 18 Ağustos 1648′de cebren tahttan indirdiler ve Evliya Çelebi’nin deyişiyle, “Mazlum İbrahim Han’ı boğarak şehit ettiler.” (Henüz 32 yaşındaydı)
Lâkabı “Deli” olan bu Padişah, acaba gerçekten deli miydi?
Okul kitaplarımız “Evet,” diyor, “Sultan İbrahim tam bir zırdeliydi!”
Açıkça şunu ifade etmeliyim ki, Cumhuriyet Türkiyesi, eski köklerin üzerinde kendini geliştirmeye çalışacağına, kökleriyle gereksiz bir rekabete girdi, Osmanlı’yla yarışa kalkıştı.
Bu “abes” yarışın galibi olmazdı, çünkü Osmanlı ile yarışmak kendi kendimizle yarışmak anlamına geliyordu: Nihayetinde “Biz Osmanlıyız!”
Ayrıca da Osmanlı’yı geçmek imkânsız! Düşünün… Zaman zaman yüzölçümü 22 milyon kilometre kareye ulaşan bir coğrafya: maliyesi sağlam, eğitim sistemi sağlam, sağlık sistemi (İstanbul’da birkaç sokağa bir doktor ve hastabakıcı tahsis edebilecek kadar hem de) sağlam, askerî açıdan karada ve denizde rakipsiz, tarih boyunca görkemli zaferler kazanmış bir imparatorluğu, 780 bin kilometrekareye düşmüş toprağınızla, IMF kontrollü maliyenizle, kavga üreten siyasetinizle, lafazanlıkta yarışan üniversitenizle, kırık-dökük eğitim ve sağlık sisteminizle, yasaklarınız, rüşvetleriniz, vurgunlarınız, soygunlarınız ve dahi irtica yaygaralarınızla mı geçeceksiniz?
Övünmemiz, ilham ya da ders almamız gereken geçmişimizle yarışmaya kalkışıp, geçemeyince hırçınlaştık. Geçmişimizi geçmemiz şartmış, yoksa tutunamazmışız gibi düşünerek kendi kendimize saldırır gibi geçmişimize saldırmaya başladık. Kendi kendimizi karalar gibi geçmişimizi karaladık…
Sultan İkinci Abdülhamid’e “Kızıl Sultan”, Vahided-din’e “Hain Sultan” damgası vurduk.
Kimisine “yobaz”, kimisine “gerici” dedik.
Bu arada Sultan İbrahim Han’ın talihine de “Deli” lâkabı düştü!
Fatih Sultan Mehmed gibi, neredeyse tüm dünyanın selamladığı büyük padişahların, bu karalama kampanyasının dışında tutulduğunu zannetmeyin, dönem dönem maalesef onlar da nasiplerini aldılar!
İsterseniz size, başta Fatih Sultan Mehmed olmak üzere, tüm padişahlara, hem de Meclis kürsüsünden yöneltilmiş bir saldırıyı örnek vereyim:
Tarih 3 Mart 1924. Meclis’te Hilafetin kaldırılması görüşülürken, seçimle değil, tayinle milletvekili olan “Rize Milletvekili” Ekrem Bey, TBMM kürsüsünden şöyle bağırıyor:
“Efendiler! Millete hizmet etmiş, tarihimizde, bir çok sadrazamlar gösterebilirsiniz. Fakat padişah göstermek için müşkülat çekersiniz. Bunların tahta bağlı olmalarının sebebi yalnız menfaat, ihtiras; bundan ibarettir… Türk milletinin bu kadar geri kalmasına sebep padişahlardır… Bu padişahlar bidayet-i saltanatlarında hiçbir şey yapmamışlardır… Bu tarihi (yani Osmanlı tarihini) yukarıdan aşağıya tetkik ederseniz, hep cinayet, şahsî ihtiras görürsünüz…
“Sultan Fatih’ten mi bahsedeceksiniz? Benim gözümün önüne, onun, sırf bir arzusu için, en kıymetli sadrazamımız olan Mahmud Paşa’yı katlettirmesi geliyor. Devri baştan aşağıya cinayettir. Mazisi cinayetlerle dolu ve Türk milletine hizmet etmemiş bulunan bu aile…” (İkinci Meclis Zabit Ceridesi, cilt 7, s. 31′den özet olarak.)
Başka söze ne gerek var? O devrin önder isimlerinin Osmanlı tarihine ve tarihi inşa eden isimlere bakışı böyleydi deyip geçelim. Fatih Sultan Mehmed’in nasiptar olduğu kinden, Sultan Mustafa mı masun kalacaktı? Ona da bir kulp takıp “deli” deyiverdiler.
Aslında bunu ilk kullananlar, onu katledenlerdi. İşledikleri cinayet yüzünden tarihin ve kişilerin vicdanlarında mahkum olma korkusu yüreklerini sarınca, sıyrılma çareleri aramaya çıktılar. Sultan Mustafa’nın balıklara inci-mercan ve altın atmasını “delil” göstererek “deli” demeye karar verdiler.
“Deli, çünkü balıklara inci-mercan atıyor! Balık inciden ne anlar?”
“Balık” anlamaz, ama “Halik” anlar! Ne demişti atalarımız: “İyilik yap denize at, balık bilmezse, Halik bilir.”
Sultan Mustafa son derece dindarâne bir zarafetle, aslında arkasındaki hizmetkârlara, halayıklara, cariyelere “sadaka” veriyordu. Kendisi dairesine çekilince, havuza attığı altınlarla kıymetli taşların, arkası sıra gelen mahdut gelirli hizmetkârlar tarafından toplanıp bölüşüleceğini çok iyi biliyordu.
Cemil Meriç Hocam, Sultan İbrahim’i, “Osmanoğulları’nın en akıllısı” ilân ediyor ve balıklara inci-mercan atmasından yola çıkarak şöyle bir hüküm geliştiriyor: “İnci balıklara atılmak için yaratılmış olmasaydı, denizlerde ne işi vardı? İnsanlar beyinlerini fırlatıyor lâğıma!”
Son söz:
Bugün bile Sultan İbrahim’e “deli” diyenler, Rus halkının, gerçekten “deli” olan Rus Çarı Deli Petro’ya, “Büyük Petro” dediğini hatırlayıp azıcık sıkılmalıdırlar.
Meraklılar için not:
Muteber Osmanlı kaynaklarında Sultan İbrahim için “deli” denmiyor. Buna daha ziyade yakın tarihte yazılan kaynaklarda rastlanıyor. Bu lakabı ilk kullanan ve çevreye yayan ise, Padişah’ın katlini hararetle isteyen Kara Çelebizâde Abdülaziz Efendi ile Anadolu’nun huzuru için idam ettirdiği Şiî isyancı Kesikbaş Emirgûnaoğlu’dur.
Sultan İbrahim’in askerî, malî, adlî ve idarî ıslahat konusunda yaptıkları, atılan iftiranın ne kadar haksız olduğunu belgeliyor.
Zaten devrinin hekimleri de “elem-i asabî” teşhisini koymuşlardı ki, bu da “yaygın anksite”den başkası değildir. Bu hastalık, aklı bozan cinnet türünde bir hastalık sayılmamaktadır. O zaman “deli” isnadı iftiradır
Sultan İbrahim Deli Miydi?
Gönderen
Tarihâne
24 Nisan 2009 Cuma
0 yorum:
Yorum Gönder