FETİH MARŞI

Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek;
Dağlardan çektiler, kalyonlar çekilecek...
Kerpetenlerle surun dişleri sökülecek...

Yürü: "Hala, ne diye oyunda oynaştasın?
Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!

Sende geçebilirsin yardan, anadan, serden...
Senin de destanını okuyalım ezberden...
Haberin yok gibidir taşıdığın değerden...

Elde sensin, dilde sen... Gönüldesin, baştasın:
Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!

Yüzüne çarpmak gerek, zamanenin fendini,
Göster: Kabaran sular nasıl yıkar bendini?
Küçük görme, hor görme, delikanlım kendini

Şu kırık abideyi yükseltecek taştasın;
Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!

Bu kitaplar Fatih’tir, selim’dir, Süleyman’dır;
Şu mihrap sinanüddin, şu minare Sinan’dır;
Haydi, artık, uyuyan destanını uyandır!

Bilmem neden gündelik işlerle telaştasın?
Kızım, sende Fatihler doğuracak yaştasın;

Delikanlım, işaret aldığın gün atandan
Yürüyeceksin... Millet yürüyecek arkandan;
Sana selam getirdim Ulubatlı Hasan’dan...

Sen ki burçlara bayrak olacak kumaştasın...
Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!

Bırak, bozuk saatler yalan yanlış işlesin!
Çelebiler çekilip haremlerde kışlasın!
Yürü, arslanım, fetih hazırlığı başlasın...

Yürü, hala ne diye, kendinle savaştasın?
Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!

Arif Nihat ASYA

Osmanlı’da Şeyhülislam ve Şeyhülislamlık Kurumu

Osmanlı Devletin’de şeyhülislamlık kurumu dini, hukuki ve eğitim alanında en yüksek makamı temsil etmektedir. Şeyhülislamlık müessesesi Osmanlı devleti’nde resmi dini bir makam olarak birden bire ortaya çıkmış değildir. Osmanlı’dan önce ki İslam devletlerinde de böyle bir kurum mevcuttur fakat şeyhülislamlık kurumu tam manasıyla Osmanlı Devleti’nde kurumsallaşmıştır.



Şeyhülislamlık terkibi, başlangıçta fukaha (Fıkıh Alimleri) arasındaki ihtilaflı meseleleri çözüp halledebilen alimler için şeref ünvanı olarak kullanılmıştır. Hicri IV. ve Miladi X. asrın ikinci yarısında Horasan civarında ortaya çıkmıştır. Yaşlı ve bilge gibi anlamlara gelen “Şeyh” kelimesinin “İslam” kelimesine izafesiyle Şeyhülislamlık terkibi oluşmuştur.



Şeyhülislam, “ Vükela-yı devletten ve tarik-ı ilmi ricalden olup teşrifatta (protokol) Sadrazamdan sonra en yüksek makamda bulunur”du. Hatta bazı padişahların tutumundan dolayı şeyhülislamlar, vezir-i azamlardan daha üstün bir konumda olmuşlardır. Önceleri mütevazı olarak ortaya çıkan şeyhülislamlık kurumu bilhassa Zenbilli Ali Cemali Efendi (ö.1526), İbn-i Kemal (ö.1533) ve Ebussuud Efendi (ö.1574) zamanlarında şeyhülislamlık önem kazanarak ilmiye teşkilatının en yüksek makamı haline gelmiştir. Bununla beraber bu kurum fetva müessesesi sayesinde siyasi bakımdan ön plana çıkmıştır.



Osmanlı Devleti’de Şeyhülislamlığın ne zaman ortaya çıktığı, kurulduğu belli değildir. Yapılan araştırmalar neticesinde II. Murad döneminde böyle bir kurumun varlığına işaret edilebilir fakat diğer görevlerinden soyutlanmış bir makamın varlığına açıklık getiremiyoruz. Bununla beraber II.Murat devrinde ilk şeyhülislamın Molla Fenari olduğu kabul görmüştür. Ayrıca Fatih Sultan Mehmed’in tedvin ettirdiği “Fatih Kanunnamesi”nde Şeyhülislam’ın “Ulemanın Reisi” olduğu sarih bir şekilde zikredilmektedir.



Osmanlı devletinde din asıl, devlet ise onun fer’i olarak görülmüştür. Dolayısıyla şeyhülislam görünüşte sadrazam ile aynı derecede sayılmış ise de manen ondan yüksektir. Bir isyan çıkması halinde şeyhülislamın, padişah aleyhine fetva verebileceği muhtemel olduğu için, özellikle idarenin zayıf zamanında kendisinden çekinilirdi. Şeyhülislam her ne kadar Divan-ı Hümayun’a (Bugüne göre bir nevi Bakanlar Kurulu) katılmasa da ihtiyaç halinde görüşlerine danışmak için divana davet edilirdi.



Osmanlı Devleti’nde şeyhülislamlar, padişah tarafından göreve atanırdı. Bu atamalarda sadrazamlarında büyük etkisi vardır. Fakat bazen de padişah kimseye danışmadan şeyhülislam ataması yapabilirdi. Özellikle Ebussuud Efendi döneminde şeyhülislamlık çoğunlukla Rumeli kazaskerlerine verilmekteydi.



Şeyhülislamların en önemli görevi fetva vermektir. Fetva, fıkıh bilgininin hüküm niteliği taşımaksızın dini herhangi bir konuda verdiği cevaplardır. Fetva’ya uyma gibi bir zorunluluk yoktur. Osmanlı Devleti’nde şeyhülislamlar fetvaları Hanefi alimlerin içtihadlarına göre verirlerdi. Fetvaları, özel ve genel olarak ikiye ayırabiliriz. Halktan kişilerin şer’i bir konu hakkındaki sorularının çözümü için verilen fetvalara “Özel fetvalar” denir. Genel fetvalar ise özelikle padişah ve sadrazamların istekleri üzerine hazırlanan fetvalardır. Bu fetvaların şeyhülislam tarafından imzalanması zorunluluğu vardı. Şeyhülislamın verdiği fetvalar daha çok ibadet, muamelat ve günlük hayata dair olmakla birlikte siyasi, idari ve kanunun şer’ileştirilmesi gibi fetvalarda verebilirlerdi. Bilhassa toprak ve vergi hukukuyla ilgili örfi kanunların şeyhülislamlar tarafından şeriata uygun hale getirildikleri biliyor. Ayrıca savaş ve barış gibi devleti doğrudan ilgilendiren önemli konularda da şeyhülislamdan fetva alınmıştır. Osmanlı devletinin hemen hemen bütün icraatlarının şer’i şerife uygunluğu şeyhülislamlar tarafından denetlenmiştir. Örneğin Zenbilli Ali Cemali Efendi, Yavuz Sultan Selim’in 150 hazine muhafızının katli konusunda ki emrine karşı çıkarak şer’i olarak suçu sabit olmadan kimsenin öldürülemeyeceğini söylemiş ve padişahı kararından vazgeçirmişti. Yine Zenbilli Ali Efendi, Yavuz Sultan Selim’in Osmanlı ülkesindeki bütün Hıristiyanların Müslümanlaştırılması şeklindeki emrini reddetmiş ve kimsenin, dinini değiştirmeye zorlanamayacağını bildirmişti.



Ebussuud Efendi de Kanuni Sultan Süleymanın emriyle Ayasofya vakıflarına bağlı olan dükkanların kiralarının arttırılmasına karşı çıkarak, “Emr-i sultaniyle nameşru olan nesne meşru olmaz.” demiştir.



Şeyhülislamlar medresede ders vermek, öğrencileri teftiş etmek gibi görevleri de üstlenmiş bulunuyorlardı. Özelikle II. Beyazıd kendi adıyla yaptırmış olduğu medresede zamanın şeyhülislamı Zenbilli Ali Efendi’ye bu medresede öğrencilere ders verme şartı koşmuştu. Fakat şeyhülislamlar işlerinin yoğunluğu nedeniyle kendileri derse gelemezler, bunun yerine “Ders vekili” atarlardı. Şeyhülislamlar, kadı ve müderris atamalarının yanı sıra müderrislerin terfi işlemleri, kadıların görev sürelerinin uzatılması gibi görevleride vardı. Din hizmetlerini yürüten imam, müezzin ve vaiz gibi görevlilerin de tayin ve azilleri Şeyhülislam vasıtasıyla yapılmıştır.





Osmanlı Devleti’nde ulema devlet bürokrasisi içerisinde her zaman üstün bir yere sahip olmuştur. Bu üstünlüğünün bir sonucu olsa gerek ki askeri sınıf üyelerinin malları müsadere edilebildiği halde, ulemanın mal varlıklarına hiç dokunulmamıştır. Bununla birlikte Ulema sınıfına verilen ölüm cezası yok denecek kadar azdır.



Şeyhülislamların görevde kalma sürelerine dair bir kural yoktur. Osmanlı’da bu makamda en uzun süre görev yapan zat Ebussuud Efendidir. Görev süresi bazı kaynaklarda 30 bazılarında ise 28 yıl olarak zikredilir.



Şeyhülislamların en önemli gelir kaynağı, padişahın hazineden günlük olarak verdiği maaşlardır. Bunlar şeyhülislamın kişiliğine, prestijine, bilgisine ve zamana göre değişebiliyordu. Şeyhülislamın bir diğer gelir kaynağı da “bohça beha” adı verilen gelir kaynağıdır. Şeyhülislamların ilmi memuriyetlere atama yapmaları sırasında göreve atanan kişilerden almış oldukları tayinat bedelleridir. Bununla beraber Padişahların tahta çıktığında dağıttıkları cülus bahşişleri de şeyhülislamın gelir kaynağından biridir. Ayrıca azledilen şeyhülislamlara “Emeklilik parası” diyebileceğimiz bir miktar gelir de tahsis ediliyordu.



II. Mahmud (1808-1839) zamanında şeyhülislamlara hükümet dairesi tahsis edilmiştir. Haziran 1826’da Yeniçeri Ocağının kaldırılmasıyla Yeniçeri Ağasının makamı olan Ağa kapısı (bugün Süleymaniye Camiinin arkadasında Müftülük olarak kullanılan bina) Şeyhülislamlığa verildi. Bundan önce şeyhülislamların özel bir dairesi yoktu. Kendi konaklarının selamlık dairesini ofis olarak kullanırlardı. İşlerini burada görürlerdi. Şeyhülislamın konağında Mektupçu, Kethüde, Telhisçi, Fetva emini, müsevvidler, mübeyyizler ve katipler çalışırlardı. Tanzimat döneminde Şeyhülislamlık içinde kendi işlerini gören meclisler kurularak bu kurum geniş bir bakanlık teşkilatına dönüşmüştür.



Resmi görevlerde şeyhülislamın danışmalığını reisülküttap yapıyordu. Razaman bayramının dördüncü günü ve Kurban bayramının beşinci günü sadrazam, şeyhülislam, ulema sınıfı ve yüksek rütbeli memurlar padişahın huzuruna çıkarlardı.



Hz.Muhammed (s.a.v) in doğum gününde Sultan Ahmed Camiinde mevlid-i şerif okunur. Bu törene şeyhülislam merasim elbiseleri ile katılırdı. Ayrıca şeyhülislamlar Haliç’te ki donanmasının hareketi sırasında düzenlenen törene, tuğ ve sancağı şerif çıkarma törenine, şehzadelerin doğumuna, sünnet düğünlerine, vefatlarına, padişah eşlerinin ve kızlarının cezane törenlerine ve elçilere verilen ziyafetlere katılırlardı.



Osmanlı Devletinin son şeyhülislamı Mehmed Nuri Efendi (1859-1927) TBMM’nin Osmanlı saltanatına son vermesiyle görevini tamamlamıştır. 3 Mart 1924’te Şer’iye ve Evkaf Vekaleti de kaldırılınca günümüzde de varlığını südüren Diyanet İşleri Başkanlığı ortaya çıkmıştır.





Kaynaklar:



UZUNÇARŞILI, İ.H, “Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilatı”, TTK, Ankara, 1988

TURAN, Osman, “Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi” Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2006

AKGÜNDÜZ, Murat, “Osmanlı Devleti’nde Şeyhülislamlık”, İstanbul, 2002

YAKUT, Esra, “Şeyhülislamlık: Yenileşme Döneminde Devlet ve Din”, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2005

KAZICI, Ziya, “Osmanlı’da Eğitim-Öğretim”, Bilge Yayınları, İstanbuli 2004

Hoca Saadettin Efendi, “Tacü’t-Tevarih”, İstanbul 1280, 2/551

İHSANOĞLU, Ekmeleddin, “Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi” c.II, IRCICA, İstanbul, 1999

UÇ BEYLERİ

Serhad kal’alarında, mazgallarda düşmanı gözleyen, fırsat kollayıp akınlara giden, doyumluklar ve ganîmetlerle dönen uç beylerinin kahramanlık devri geçmiş ise de vatan ve îman aşkı ile iç ve dış düşmanların sinsi faaliyet ve salvetlerini göğüsleyici olmakta devam eden uç beylerinin kahramanlık ve savaşları bitmiş değildir. Kimdir bu uç beyleri ve kime karşı kılıç sallamakta bulunuyorlar?

Moskofa göz kırpan, taassubu iman sayan, ahlâkı menfaate satan, mâzîye düşmanca saldıran, târihi ayaklar altına alan, gaddarlığı adâlete üstün tutan, sahtekâra taviz veren, çirkinliklere şirinlik muskası takan, vatan sathında vatansızlık yarışı eden, her nâmerdle gırtlak gırtlağa cenk eyleyen uç beyleri tanıyorum...Kimler mi? Söyliyemem. Zîra bu yiğitler, Hakk içini Hakk’ a hizmet için mücadele veren ismini resmini ancak baş koyduğu Hakk’tan gayrısına bildirmeyen meçhûl kahramanlardır.



***



Hiçbir milletin yenilenmekten, teceddütten baş çeviremeyeceği ve zamanın akışına karşı gelemeyeceği ve gelmemesi gerektiği bir tabiat zarûretidir. Ancak, gerek teknik, gerek sosyal ilerlemelerin millî tempoya ayarlanması ve bir süzgeçten geçirilerek red veya kabûl edilmesi şarttır.

Bir yerde inklılâplara, ‹Dur!› denmeyen cemiyetler istikrara, sağlam ve oturmuş bir yapıya kavuşmaktan ümit kesmelidir.

Memleketimiz, bilhassa Tanzîmat’tan bu yana devamlı bir silkinme, daha doğrusu bir kendini inkârın modalaşmış baskısı altında kaldığından, irfan hayatımız da zikzaklı ve muvazenesiz bir çalkantı içinde aramaya ve yol almaya çalışmaktadır.

Amma, almakta olduğu ve alması gereken yolu biliyor mu?

Asırlardır cemiyetin iliğine kemiğine işlemiş değerleri irfan hayatımızdan silip atarken yerine ne koyduk? Ya da neleri koymak gerektiği halde koymadık?...

Binlerce yıldır hakim olduğumuz coğrafya üstünde işlene döğüle şekil ve mahiyet kazanmış medeniyetimizi bir mirasyedi pervâsızlığı ile harcarken, nasıl bir istikrarlı kıymetler sistemini çiğnediğimizin farkında dahî olmadan, varından yoğundan boşalmış nesiller yetiştirdik. Acaba arka arkaya gelen ‹gençlik› nelere, niçin kıyıldığının farkında mıdır?

Nasıl oluyor da asırların kültür ve san’at birikintisini hiç teraziye vurmadan mahkum etmiş bulunuyoruz?...



***



Bugün Türkiye Türklüğü’nün her karış toprağı bir serhaddir. Amma ülkesini mazgaldan gözleyerek müdâfaaya hazır olan uç beyleri de eksik değil...

Diline, îmânına, târihine, iftiharlarına yaylım ateşi açan vatansızlara karşı koyanlar de gene onlardır.

Uç beyleri, uç beyleri!... Şu bin yıllık vatan coğrafyasında sınır bekçiliği gözcüleriniz ferâgat ve celâdetle kollayıp püskürtmekte, memleketi nifak ve hıyanet tuzağına düşmekten korumaktadır.

Paraya pula, şâna şöhrete, mevkie gösterişe yan gözle dahî iltifat etmeyen siz kahraman gazîler, yiğit ve serdengeçti uç beyleri!... Taşlanıyorsunuz, yaralanıyorsunuz, amma gene de vicdan kal’alarının burçlarında pürsilâh düşman kovalamaktan geri kalmıyorsunuz. Ferâgat olmadan fâzîlet olmaz.

Serhad kal’alarından fırlayıp akınlara giden uç beylerinin kahramanlık devirleri geçti. Fakat bugün ilim ve îman kal’asının silahı ile vatanı içten dıştan gelen ve gelecek tehlikelere kendiniz bir kal’a olmuş bulunuyorsunuz.

Uç Beyleri! Kaleminiz en keskin silahınızdır. Artık serhadlerde kal’a kurmak devri geçti ise de sizin her biriniz birer kal’a olduğunuzu dost da düşmanda görmekte bulunuyor.

Ağlayan Mabed Ayasofya

Ey şehîd oğlu, şehîd isteme benden makber,
Sana ağûşunu açmış duruyor Peygamber

İşte Büyük üstad Necip Fazıl'ın 1965 de verdiği ve anlam bakımından büyük öneme sahip konferans!

Gençler!..

Ayasofya üzerinde çok laf ettik! Ama lafta bile onu tasarruf edebilmiş, mülkiyetimiz altına alabilmiş değiliz!

Bana öyle geliyor ki, yalnız manayı anlasak, yalnız onu yerine getirebilsek, Ayasofya'nın kapıları sabır taşı gibi çatlar, kendi kendisine açılır. İsterse açılmasın; ondan sonra herşey, küçük bir tatbikat işinden ibaret kalır.

Biz kimden, neyi istiyoruz.

Yemen'den Viyana'ya Fas'tan Kafkasya'ya kadar en aşağı 10 milyon kilometre kare bir zemin üzerinde... Evet, böyle bir zemin üzerinde... Atalarımızın... Ata derken halimize bakıp başımızı doğduğumuz nur insanların... Tohum atarcasına her tarafa serptiği kubbelerden birini... 700 bin kilometre kareye indikten ve bu halin ismine millî kurtuluş dedikten sonra... Evet, bütün bunlardan sonra... Toprağı kaybedilmiş kubbelerden birini mi istiyoruz?

İnsana gülerler!.. Herhangi bir yıldızda bu türlü iddialara girişen milletleri sürecek bir tımarhane olsa, bizi oraya sürerler.

Âlemde, cüceleşmiş devlerin, eski rollerini takınmasından daha çirkin bir tablo yoktur.

"- Cüceleşmeyeydin! Şimdi devin hakkından nasıl bahsediyorsun?"

Derler böyle insanlara ve milletlere!..

Evet, sevgili gençler; bir manzumemde söylediğim gibi, kellelerimizi tırnaklarımızla yerinden söküp iki dizkapağımıza yerleştirmenin ve sonra ikinci bir başla onu seyretmenin, kısaca ulvî nefs muhasebesine girişmenin artık günü geldiğini kabul edelim ve avaz avaz haykıralım ki, bizi, şiltesi üç kıt'ayı kaplayan devi, cüceleştirdiler. Sonra ona iki santim boy ilave edip, Batının bat pazarı veya bit pazarı elbiselerini giydirdiler. Peşinden de:

"- İşte sana layık (özgürlük) ve (uygarlık) budur!"

Dediler.

Bu bakımdan Ayasofya... Bakın nedir bu bakımdan Ayasofya?

Bizi bu hale getiren, annemizin cennet kokulu başörtüsünü sarhoş kusmuğuna bez diye kullanan, ahlakımızı Paris'in dünya çapındaki (Şabane) kerhanesinden daha aşağıya düşüren, millî kültürümüzü çöplüğe ve millî iktisadımızı kumarhaneye çeviren, zekamızı maymunlaştıran ve kalbimizi kanserleştiren, tarihi 129 yıllık cereyanın, kendi öz evimizde, yüzümüze kapadığı oda, mukaddesat odamız...

Ayasofya budur!

129 yıl boyunca, dışarıdan Batı emperyalizmasının, içeriden de onların sadık ajanları sıfatiyle kozmopolitlerin, masonların ve nihayet hepsinin birden ana sermayesi ve gönüllü fedaisi halinde, adı Türk, küfür tip ve zümrelerinin idare ettiği bu cereyan, Ayasofya'yı müzeye çevirmekle, sağlık müzelerindeki balmumundan frengili suratlar şeklinde, Türkün öz ruhunu müzeye kaldırmış oldu.

Frenk kelimesinden gelen "frengi" ismine dikkat ediniz! Türkün mukaddesatına frengili bir surat gibi bakan bu insanlardır ki, "frengi" mefhumunun ta kendisidirler ve ciğerlerine kadar frengilidirler... !> Şimdi buradan saffet devrimize geçelim. Şairin;

Şayestedir denilse,
Âlem senin mezarın...

Hala gelir zeminden
Tekbir-i zar-ü-zarin...

Diye belirtmeğe çalıştığı; dava ve gayesi bakımından Büyük İskender ve Sezar'ı oda hizmetçiliğine kabul etmeyecek kadar üstün hükümdar, başbuğ ve (aksiyon) adamı Fatih, İstanbul'u fethedip onun kalbi Ayasofya'da namazını eda ettiği zaman, Cenubî Fransa'da kırılıp Viyana'da tekrar Batıyı dişleyecek olan İslam taarruz kıskacının mihver çivisini ele geçirmişti.

Ayasofya işte bu incecik mildir, bu çividir; onu İslam kıskacına yerleştiren Fatih Sultan Mehmed'dir; ve eğer ondan sonra kıskaç kapatılamadıysa suç kapatamıyanlardadır. Fatih'e düşen şerefse, erişilir soydan değildir. Kendisinden sonra, Kanunî sultansüleyman® gibi, iyi ve kötü arasındaki ayırıcı çizgiden başka bir şey olmayan meccanî ihtişam kahramanı, karaların ve denizlerin yüce hakanına kadar süren muazzam (aksiyon) akışında en büyük hız payı, yine Fatih'indir. Kanunî devrinde teşekkül eden büyük ahenk tablosunun unsurları, Ebussuud gibi şeyhülislam, Sokullu gibi sadrazam, Baki gibi şair, Sinan gibi mimar ve Barbaros gibi amiral, sadece ve sadece Fatih'in, hareket noktasına bu mili yerleştirdiği kıskaç yüzüsuyu hürmetine yetişmiş büyükler...

Tarihimizde, Fatih'ten başka her hükümdarın (aksiyomu, isterse vatana eklediği toprak Fatih'inkinden bin misli fazla olsun, ulvî kemal ve noksansızlık manasına, tamam olmaktan uzaktır. Yalnız Fatih'dedir ki, kendi zaman ve mekanına göre, dava hedefini, muhteşem ve muazzam bir tamamlık içinde buluyoruz.

İşte bütün bunları (sembolize) eden, remzlendiren de cihanın en güzel beldesi İstanbul ve onun kalbi Ayasofya...

Salibin ağırlığından kurtarılıp hilalin kanatlarıyla kendisine gök kubbe yolu açılan, böylece Yirminci Asır dünyasına gerçek medeniyet ve ebediyet mimarisinin ne olduğu onunla gösterilen, Batı aklı ve Doğu ruhunu birleştiren eski Bizans eseri ve artık yeni tekbir yuvası tarihi kubbe...

Demek ki, Ayasofya, ne taş, ne çizgi, ne renk, ne cisim, ne de madde senfonisi; sadece mana, yalnız mana...

İstanbul'daki Süleymaniye, Edirne'deki Selimiye, bunlara karşılık da Roma'daki (Sen Piyer) ve Paris'teki (Notrdam), bizde ve onlarda daha niceleri, madde ve hatta gayelerine bağlı mana kıymeti olarak, Ayasofya'nın eşik taşına bile denk olamaz. Zira bunlardan herbiri, kendi gayesinin tabiî şartları içinde, tek taraflı olarak yükseltilmiş bir eser... Ayasofya ise bunların yanında bir kümes bile olsa, öyle bir nasibin sahibi ki, ne madde, ne de tek taraflı mana ölçüsüyle ona varmak kabil... Ayasofya, bir mananın, zıd manaya taarruz ve onu zebun edişinin, bütün dünyada eşi olmayan abidesi...

Fatih Sultan Mehmed, bu hikmeti sezdi; ve Ayasofya'yı, İstanbul gibi misilsiz bir mahfazanın içinde, güneş çapında bir pırlanta gibi zapt ve fethetti.

Tarihimizde daha nice zapt ve fetih hareketinin kahramanı var; niçin hiçbirinin adı, has isim olarak Fatih değil?..

İmdi:

Biraz evvel işaret ettiğimiz gibi, (İmperyum Romanum)dan üstün bir imparatorluğun dev adamı olan Türk'ü binbir tarihî saik yüzünden çüceleştiriyorlar, 10 milyon kilometre karelik bir servet ve nimet zeminini 700 bin kilometre kare fakir bir anavatan kadrosuna kadar indiriyorlar, fakat bütün bu olanlara rağmen, Fatih'in o kadar maharetle yerine oturttuğu mili söküp atamıyorlar, çekip alamıyorlar. Zira İstanbul ve Ayasofya, muazzam nasibi icabı, anavatana bitişik ve onun içinde kalıyor; hiçbir şey yapılamayınca da, dünyada hiçbir milletin başına gelmemiş bir felakete yol açılıyor; Ayasofya Türk'ün öz evi ve anayurdu içinde güya Türk'lerin eliyle manasından koparılıyor, duvarlarından Allah(c.c.) ve Resulünün mukaddes isimleri indiriliyor, iç sıvaları kazınıp putlar meydana çıkarılıyor ve hilalden ziyade salibin faziletlerini ilana memur bir müze, yani içinde İslamiyetin gömülü olduğu bir lahid haline getiriliyor. Artık o, basit bir taş yığınıdır. Öyle bir taş yığını ki, sadece kendisinde kıyılan ulvî mananın katillerini ilan ve ihtarla kalmıyor, üstelik her an salibin ağzından salyasını akıtıcı bir iştah telkiniyle, Türk'ün, ruhiyle beraber maddesini, maddesiyle beraber de ruhunu hıristiyanlık alemine peşkeş çeken, "buyurun, ne duruyorsunuz; gelin ve bizi esir edin!" diyen bir hava yaşatıyor. Ayasofya'nın hilal hakimiyetinden uzaklaştırılmasıyla düşmana aşılanan gayret, bir ordunun harp planlarını satmaktan beter bir tehlike ve suç belirtir. Eğer o kökünden traş edilse ve yıkılsa bir şey değil de, bu haliyle, bütün bir milleti ve tarihi her an öldürüp yine dirilten ve tekrar öldüren bir felaket...

Böylece, Batı dünyasının bize içimizden, içimizdeki ajanları vasıtasıyla yaptırdığını, ne Haçlılar yapabildi, ne Moskof, ne de Ayasofya'nın gözü dönmüş şehvetlisi Yunanlılar...

Milyonluk bir orduda, bir emirle, herkes silahını kalbine dayayıp tetiği çekse ve intihar etse, bu emrin o orduya vereceği zararı hangi düşman sağlayabilir?..

Ayasofya'nın kapatılması işte böyle olmuştur. Ve Türk tarihine, mukaddesatına, ruhuna, ihanetlerin en büyüğü şeklinde meydana gelmiştir. Türk'ü yoktan var ettiğini iddia eden bir zümre ve (klik) zihniyeti, Ayasofya ile Türk vatanını, göklerdeki aslî ve hakikî vatanıyla beraber satmıştır.

Allah(c.c.) diyen bu millet mutlaka kalacak; ve kalacağına göre, öteki dünyadakinden evvel, bu dünyada hesap gününü açacaktır. Ayasofya, muayyen bir idare ve zihniyetin getirdiği, ruhî, ahlakî, içtimai, iktisadî, idarî, siyasî felaketler eliyle Batı dünyasına takdim edilen hediye kutusu üzerindeki fiyonklu kordeladır. Topyekûn şahsiyetlerini düşmana teslim edici böyle hediyeleri veren milletler ise, hediyeyi alanlar nazarında hakir ve zelildir. İşte Kıbrıs davası!.. O kadar Batılılaştığımızı, uygarlaştığımızı, özgürleştiğimizi, kendisinden olduğumuzu iddia ettiğimiz Batının bize muamelesine dikkat etmiyor muyuz? Bizim, kendimizi, kendisinden saymamız pahasına, Batılı bizi asla kendisinden saymıyor. O, ne Doğulu, ne de Batılı, bu mukallit ve bulamaç insanı asla benimsemiyor; ve ismini taşıdığı (Greko-Latin) medeniyetinin piçleşmiş uzvunu, sefil Yunanlıyı, şımarık çocuğu halinde her an tatmin ve bize tercih etmekten başka bir şey düşünmüyor. Büyük İngiliz şairi Lord (Baynn)ın Türklere karşı Yunan istiklal çarpışmalarında öldüğünü ve Yunan topraklarında yattığını bilmeyen diplomatlarımız, hala selameti, Türk'ün öz şahsiyetinde değil, Batılıya Batılı görünmek özenişinde arıyor.

Hayır! Batılıdan, sığıntısı olmak yoluyla sağlanabilecek hiçbir himaye mevcut değildir. Biz bu kafayla gittikçe de başımıza daha neler geleceği görülecektir.

Bütün bu manalar Ayasofya'ya bağlı... Daha neler ve neler!.. Türk İstiklal Savaşı'nın temiz ruhuna leke düşürenler, o ruha ve onun müspet temsilcilerine rağmen, kazanılmış bir istiklali topyekûn tersine çevirme yoluna girmişlerdir.

Belirttik ki, kendi öz mukaddesat ve tarihini kendi öz yurdunda maskara edenlere, o mukaddesat ve tarihin düşmanları hürmet etmez, tiksintiyle bakar. İşte, dünyada ve dış politikada yüzümüze kapanan kapılar bunun için kapanıyor. Doğrudan doğruya bunun için olmasa da dolayısıyla bunun için... Şahsiyetsizliğin ceremesi... Bunun içindir ki, Avrupa, köküne kadar şahsiyet heykeli İkinci Abdülhamid Han'a hürmet ediyordu. Almanya imparatoru (Vilhelm) siyaseti ondan öğrendiğini söylüyor ve Prens (Bismark) tam bir Abdülhamid düşmanı olduğu halde, onu, asrın en büyük siyaset dehası diye gösteriyordu. Eğer Abdülhamid'e, Ayasofya'yı müze yapması karşılığında bütün dünya hazinelerini vereceklerini söyleseler, nefretle reddeder, imparatorluğunu elinden almakla tehdit etseler son damla kanına kadar akıtmakta tereddüt etmezdi. İnkarcı (Volter)in Allah(c.c.)'ın Sevgilisine ait piyesini Fransız tiyatrolarından Fransa devleti marifetiyle kaldırtan, yoksa bunun harp sebebi olacağını Fransa hükümeti'nin suratına çarpan, Ulu Hakan Abdülhamid Han'dan başka kim olabilmiştir? O Abdülhümid Han ki, bunca ordusundan yalnız bir tanesiyle birkaç gün içinde Atina kapılarında görünüvermiş ve küçücük bir Yunan şımarıklığını, onlara Ayasofya'dan bahsettirmek yerine (Akropol) önünde ordugah kurmakla cezalandırmıştı. Şimdi o Yunanlı, baykuş gözlerini üzerimize dikmiş, birinde Ayasofya, öbüründe Rumelihisarı'nın hayali, İstiklal Savaşı'ndaki küstahlığından beter bir nefs emniyeti içinde dikilip duruyor da, bizde, onun iki gözünü birden çıkaracak (enerji)den eser görünmüyor.

Sebep?

Çünkü Ayasofya'nın kapılarıyla beraber ruhumuzu kilitlediler. Her mana, her hikmet, her münasebet Ayasofya'ya bağlı...

Ayasofya açılmalıdır. Türk'ün bahtıyla beraber açılmalıdır.

Ayasofya'yı kapalı tutmak, Yunanlıya "ben yapamıyorum; sen gel de kendi hesabına aç!" demekten farksızdır.

Ayasofya'yı kapalı tutmak, Birleşmiş Milletler'den Afrikalı yamyam devletlerine kadar aleyhimize rey verdirip kendileri müstenkif geçinen Batılılara "artık benim hayat hakkım kalmadı!" demektir.

Ayasofya'yı kapalı tutmak, bu toprağın üstündeki 30 milyon ve altındaki 30 milyar Türk'ün semaları tutuşturan lanetine hedef olmaktır.

Ayasofya'yı kapalı tutmak, Allah(c.c.)'a sövmeye, Kur'ana tükürmeye, Türk tarihini kubura atmaya, Türk iffetini kirletmeye, Türk vatanını satmaya denk bir suçtur.

Gençler! Bugün mü, yarın mı, bilemem!

Fakat Ayasofya açılacak!.. Türk'ün bu vatanda kalıp kalmayacağından şüphesi olanlar, Ayasofya'nın da açılıp açılmayacağından şüphe edebilirler.

Ayasofya açılacak... Hem de öylesine açılacak ki, kaybedilen bütün manalar, zincire vurulmuş masumlar gibi onun içinden fırlayacak!.. Öylesine açılacak ki, bu millete iyilik ve kötülük etmişlerin dosyaları da onun mahzenlerinde ele geçecek...

Ayasofya açılacak!... Bütün değer ölçülerini, tarih hükümlerini, dünyalar arası mahsup sırlarını, her iş ve herşey hakkındaki gerçek miyarları çerçeveleyici bir kitap gibi açılacak...

Allah(c.c.) tarafından mühürlenmiş kalplerin mühürlediği Ayasofya, onların aynı şekilde mühürlemeğe yeltenip de hiçbir şey yapamadığı, günden güne kabaran akınını durduramadığı ve çığlaştığı günü dehşetle kolladığı mukaddesatçı Türk gençliğinin kalbi gibi açılacak...

Ayasofya'yı, artık önüne geçilmez bu sel açacak...

Bekleyin gençler!.. Biraz daha rahmet yağsın... Sel yakındır.

Fatih ve Onun Yeni Nesline Selam!