İSLAM VE VAKIF

Vakıf kurumlaşmış bir yardım anlayışını ifade eder. İslâm’a göre herşey fani yalnız Allah bakidir. Mutlak hakim O’dur. Mülk O’nundur. Bu sebeble Allah’ı seven başta insan olmak üzere bütün yaratıkları sever. Bu anlayışla hareket eden kişi “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olan, malın en hayırlısı Allah yolunda harcanan, Allah yolunda harcananın da en hayırlısı halkın en çok ihtiyaç duyduğu şeyi karşılayandır.” düsturunu kendisine rehber edinir.

“İnsan ölünce üç şey dışında ameli kesilir. Sadaka-i cariye (sevabı devam eden sadaka) faydalanılan ilim ve kendisine dua eden hayırlı evlat.” hadisi ve “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe eremezsiniz” ayeti gereğince Osmanlı, Vakıf işlerini ön plana çıkarmış hem dünya hem de ahirete bir hizmet vasıtası görmüştür. Vakıf müesseseleri ile diğergamlılığın zirvesini yakalayan Osmanlı 26 binden fazla vakıf kurarak insanlarla birlikte hayvanlara da hizmet etmiştir. Osmanlı, Kur'an ve Sünnet çerçevesinde Asr-ı Saadette başlayan ilk vakıf faaliyetini büyük hizmetlere vesile kılmışlardır.

"Hayırda yarışınız" emri, "İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olanıdır" prensibi gereği toplum birbiri ile yarışmış ve günümüze kadar ulaşan muazzam eserler vücuda getirilmiştir. İnsanların ihtiyacına, çevrenin şartlarına göre değişen çok farklı hizmet alanları olan Vakıf müessesesi Osmanlı'da bu açıdan dinamik bir yapıya sahipti. Donuklaşmış, kalıplaşmış bir yapısı yoktu." İnsanların, canlıların yaşadığı yerlerde mutlaka onlara yapılacak bir yardım, bir hizmet vardır" anlayışı Osmanlı Vakıflarının genel prensibi idi.

OSMANLI TARİHİ VE VAKIF

Vakıf yapmak isteyen şahıs bir vakfiye yazarak Kadıya müracaat eder. Vakıf Senedi denilen vesika mahkemece tescil edilir. Vakıf Senedine padişah da dahil herkes uymak zorundadır. İslâm hukukuna göre. "Vâkıf’ın (vakfedenin) şartı şârii’nin (kanun koyucunun) nassı gibidir.” değiştirilemez.

Bir vakfiyede kurucunun adı, künyesi, lakabı, şöhreti, ünvanı, gibi kendisini iyice tanıtan bilgiler bulunur. Daha sonra ne maksatla vakfı kurduğu, isteklerinin neler olduğu, bu isteklerin yerine gelmesi için gelirin nereden ne kadar olduğu, hangi oranda nerelere harcanacağı sonra da bunu bozan ve değiştirenlere beddua edilir. İlk vakfiye Orhan Bey’e aittir.

Başta padişahlar olmak üzere sadrazamlar, bütün devlet ricâli ve varlıklı kişiler az veya çok gücüne göre vakıf yapmışlardır. Ahiret inancını aklından çıkarmayan Osmanlı ölümünden sonra da devam edecek sevaba önem vermiş, nasla korunan ve "ebedî hayır" olan vakıfları ayakta tutmuştur. Osmanlı bazı müesseselerde olduğu gibi Vakıf konusunda da kendinden önceki devletleri örnek almıştı. Daha ilk beylikler zamanında başlayan, devletin siyasî ve malî gücünün artması ile paralel gelişen vakıfların ilk tesisi Orhan Gazi zamanında olmuştur.

Orhan Gazi İznik'te ilk Osmanlı medresesini kurarken onun idaresi için yeterli geliri temin edecek gayri menkul de vakfetmişti. Bu medrese kısa sürede değerli ilim ve devlet adamları yetiştirdi. Orhan Gazi'nin Adapazarı, Kandıra ve Bursa'da inşa ettirerek vakfettiği cami, medrese, zaviye, imaret, aşevi, misafirhaneler ilk Osmanlı vakıfları olarak anılmaktadır.

Yıldırım Bayezid zamanında da şahıslar tarafından kurulan vakıflar ise "müfettiş-i ahkam-ı şeriyye" tayin edilerek teftiş ettiriliyordu. Özel şahıslar tarafından kurulan vakıflar mütevelliler tarafından yönetilmiş, kadılar vasıtası ile de teftiş edilmişlerdir. Her kadı kendi bölgesindeki vakıfları, emrindeki müfettişlere, teftiş ettirir. Bazen de bizzat kendisinin teftiş ettiği görülürdü. Payitaht (İstanbul) kadısı ise bütün vakıfları teftişle yetkili idi.

Osmanlılarda 1826'da kurulan Evkaf Nezaretinden önce vakıflar, vâkıfların şartlarına göre idare ediliyor, bunlar ayrı nezaretlerce murakabe ediliyorlardı.

1924 yılında çıkarılan 429 sayılı kanunla Evkaf Nezareti kaldırılıp, Başbakanlığa bağlı bir Genel Müdürlüğe havale edildi. Bundan sonra vakıflar tarihteki yerini ve fonksiyonunu yavaş yavaş kaybet-meye başladı.

VAKIF VE DEVLET

Osmanlılar döneminde devlet, vatandaşın canını, malını korumak, asayişi sağlamak, sınırları korumak devlet düzenini sağlamakla mükellefti. Günümüz modern devlet anlayışında devlet görevlerinden sayılan eğitim, sağlık, bayındırlık, diyanet, sosyal yardım hizmetleri Osmanlı’da devlet görevleri arasında sayılmıyor, bütün bu hizmetler şahısların kurduğu vakıflar tarafından yürütülüyordu. Vakıflara bu işleri yürütmek için de zengin akarlar bağlanıyordu. Osmanlı’da devlet anlayışı “Devlet-i Ebed Müddet” şeklinde olduğu için vakıflara da ebedilik şartı konmuş, devlet yetkilileri de vakfın hizmetinin devam edebilmesi için her türlü gayreti sarfetmişlerdir.

Vakıfların bu karşılıksız yardıma yönelik hizmetleri toplumun psiko-sosyal yapısı üzerinde devletin lehine olumlu etkiler yapmıştır. XVIII. yüzyılın sonlarında vakıf gelirlerinin tüm devlet gelirlerinin hemen hemen yarısı olduğu göz önüne alınırsa, geleneksel kültürümüzde Osmanlı yönetiminin halka yaklaşışının neden “Devlet Baba” olarak yorumlandığı daha açık anlaşılır. Osmanlının ortadan kaldırılması ile dahi silinemeyen bu devlet anlayışını halka zulmedenlerin hâlâ tepe tepe kullanmalarının hikmeti işte bu devlet anlayışında yatmaktadır. Halk kendisine ne kadar haksızlık yapılsa, zulmedilse dahi “devlet kutsaldır, devlet babadır, devlet evlatlarının kötülüğünü istemez, mutlaka bir bildiği vardır." gibi yönetici hatasından kaynaklanan bütün yanlışlıkları sineye çeker. Kimseyi hesaba çekmez. Gösteri ve benzeri yollarla hakkını arayanlara da iyi gözle bakmaz.

VAKIF VE SOSYAL HAYAT

Vakıflar yalnız ibadet, eğitim, sağlık ve ulaşım gibi toplumsal temel ihtiyaçları konu almaz. Genelden özele doğru insanların toplum hayatı içinde yolculara yardım etmek, esirleri azad etmek, mektep çocuklarının gezdirilmeleri, fakir kızlara çeyiz temini, hayvanlar için çayır; sel, yangın, deprem, hastalık, fakirlik, borçluluk gibi zaruretlerin giderilmesi, acizlerin doyurulup giydirilmesi, tedavi ettirilmesi iş yapacaklarla sermaye bulunması, borçtan mahkum olmuşların borcunun ödenmesi için “avarız vakıfları” kurulmuştur. Bizzat padişah veya saray mensupları tarafından kurulup yönetilen vakıflara ise “Mazbut vakıflar” bir diğer ismi ile “Selâtin Vakıfları” denmiştir. Osmanlı hanedanının son temsilcileri de ülke dışına çıkarılması ile sahipsiz kalan “Selâtin Vakıfları” vakıf bedduasından haberi olmayan, ahiret hayatını unutmuş bedbahtlar tarafından talan edilmişlerdir.

Osmanlıda genelde şehirler, vakıf bir külliyenin, mahalleler vakıf camilerin, hamam, çeşme ve benzeri yapıların etrafında kurulmuştur. Bu şekilde yapılan yüzlerce eser Rumeli’de şehirlerin İslâmî vecheye bürünmelerini sağlamıştır. Osmanlı bir iskan ve kolonizasyon metodu olarak vakıflardan faydalanmıştır. Mesela Lale Devri’nin meşhur sadrazamı Damat İbrahimpaşa doğduğu köy olan Muşkara’yı geliştirmek ve büyütmek için pek çok eser yaptırdı. Muşkara bu eserler vasıtası ile verilen hizmetle kısa zamanda büyüdü ve gelişti. Zamanın gelişmiş şehri olan Muşkara’ya “Yeni Şehir” anlamına Nevşehir adı verildi. Nevşehir, vakıfların Türk şehir hayatında oynadığı rol için güzel bir örnektir.

Şehirlerimiz 1856 yılına kadar belediye teşkilatından mahrumdu. Vakfiyeler incelendiğinde, bu tarihten önce su, ulaşım, aydınlatma, temizlik, asayiş gibi belediye hizmetlerinin hep vakıflar tarafından gerçekleştirildiği görülür.

Su kanalları, su kemerleri, maksemeler, çeşmeler, sebiller, kuyular, hamamlar tamamen vakıf kuruluşlardı. Fakirlerin parasız yıkandıkları hamamlar mevcuttu. Sebillerde buzlu su, hatta şerbet dağıtılırdı. Yol, kaldırım ve köprü yapımını vakıflar sağlıyordu. Bazı hayır sahipleri kurdukları vakıflarla "kandilciler" tutuyor, yine vakıf geliri ile kandil ve yağ alarak sokakları aydınlatıyorlardı. Sokakların temizlenmesi ve umumî helâlar için vakıflar kurulmuştu. Bekçi ücretleri vakıflardan ödeniyordu. Vakıf hastahanelerde her din ve ırktan insan tedavi ediliyor, gerekirse ücretsiz ilaç veriliyor, doktor temin ediliyordu. İmaretlerde yoksullara, yolcu ve misafirlere her gün bir veya iki öğün yemek yediriliyordu. d'Ohsson'a göre İstanbul imaretlerinde her gün parasız yemek yiyenlerin sayısı 30 bin idi. Böylece vakıflar bir yandan binlerce görevliye maaş ödüyor, öte yandan yüzbinlerce insana hizmet götürüyordu. Böylece vakıflar yolu ile gelir dağılımındaki dengesizlikler asgariye indirilirken, yine aynı sebebe bağlı olarak ortaya çıkabilecek sosyal patlamaların da önü alınmış oluyordu.

Vakıfların ülke ticaretine ve ekonomik hayatın gelişmesine de olumlu etkileri olmuştu. Hemen bütün şehirlerde vakıf ticaret hanları vardı. Şehirler arası yollar, önemli stratejik mevkilere kervansaraylar yaptırılarak sürekli işler halde tutulmuş, böylece yolcu ve tacirlere yol güvenliği ve konaklama imkânı sağlanmıştı. Kervansarayların vakfiyelerinden buralara yerli-yabancı, hür-köle, erkek-kadın, müslim-gayr-i müslim herkesin kabul edildiğini yolcuların gıda, ilaç hatta ayakkabı ihtiyaçlarının karşılandığı ve hayvanlarına da bakıldığını öğrenmekteyiz. Ücretsiz hizmet sunan kervansaraylar vakfedenlerin bıraktığı gelirle bu fonksiyonlarını yüz yıllar boyu sürdürmüşlerdir.

Ayrıca vakıflar büyük sanat eserlerinin, hat, taş, ağaç, maden işçiliği, tezhip, çini, kitap, cilt, ebru gibi sanat dallarının gelişmesine, şaheserler verilmesine katkıda bulunmuşlardır. Vakfiyelerin dil, kültür, tarih, hukuk, iktisat tarihi, sosyoloji, hatta folklar açısından taşıdığı önem ise ayrıca hatırlanması gereken bir konudur.

0 yorum:

Yorum Gönder