Fatih Sultan Mehmed



Yedinci Osmanlı padişahı ve İstanbul'un Fatihi.

Saltanatı: 1451-1481
Babası: II. Murat Han - Annesi:Hatice Alime Hüma Hatun
Doğumu: 30 Mart 1432 Vefatı: 3 Mayıs 1481

Sultan Murat Han, oğlu şehzade Mehmet'i yalnız din ve fen ilimlerinde yüksek bir tahsil yaptırmak ve bir takım kültür dillerine (Arapça, Farsça, Latince, Yunanca ve Sırpça) sahip olarak yetiştirmekle kalmadı. O, bu kudretli ve kabiliyetli şehzadeye tecrübeli devlet adamlarından ve büyük alimlerden müteşekkil yüksek bir muhiti, maddi-manevi bakımlardan devrin en üstün bir ordusunu ve nihayet bütün düşmanlarını ve Haçlı ordularını yere seren rakipsiz ve sağlam bir devleti de miras bırakmıştı.

Bununla beraber 21 yaşında tahta oturan genç Hakan, daha ilk günlerde devleti ve ordusunu daha büyük hamleler yapacak bir kudrete ulaştırdı. Şehzadeliğinden beri bir an önce İstanbul'u fethetmek ve Hazret-i Peygamber'in "Konstantiniyye (İstanbul) muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak hükümdar ne güzel hükümdar ve onun askerleri ne güzel askerdir." müjdesine mashar olmak istiyordu. Bu gaye ile askerî tarihin kaydettiği ilk büyük ateşli silahlar ve toplar ile ordusunu dayanılmaz bir kudret haline getirdi. Ayrıca 1000 yıllık tarihi boyunca bütün muhasaraları muvaffakiyetsizliğe uğratan surları aşmak için seyyar kuleler kurdu. Nihayet 6 Nisan'da başlayan kuşatma, 22 Nisan'da Fatih'in donanmayı Beşiktaş'tan Haliç'e indirmesiyle çok şiddetli bir duruma girdi. 29 Mayıs 1453'te yapılan son taarruzla şehri alarak Ortaçağ'a son verdi.

Beyaz bir at üzerinde ve muhteşem bir alayla Topkapı'dan şehre giren Fatih Sultan Mehmet, doğruca Ayasofya'ya gitti. Kapıya gelince attan inip, secdeye vardı. Mabedi temizletti, tasvirlerden kurtardı ve ilk Cuma namazını orada bütün gazilerin sevinç ve heyecanları içinde kıldı. Daha sonra Ayasofya'nın kıyamete kadar cami kalmasını yazılı vasiyet ve vakıf eyledi.

Fatih Sultan Mehmet bundan sonra, Osmanlı Devleti'ni bir Cihan İmparatorluğu haline getirme ve İslamiyet'i bütün dünyaya yayma mücadelesine girişti. O; "Dünyada tek bir din, tek bir devlet, tek bir padişah ve İstanbul da cihanın payitahtı olmalıdır" diyordu. Nitekim bu gaye ile Fatih kısa zamanda Anadolu'da İsfendiyar, Trabzon, Karaman ve Akkoyunlu memleketlerini ilhak etti. Dulkadir beyliği ile Kırım hanlığını tabiiyeti altına aldı. Yunanistan, Arnavutluk, Bosna-Hersek, Sırbistan (Belgrad hariç), Eflak-Boğdan ve sair ülkeleri fethetti. Birçok krallık, imparatorluk, hanlık ve beylik ortadan kaldırıldı ve Osmanlı toprakları Tuna'dan Fırat'a kadar yayıldı. Anadolu'da milli birlik tesis edildi.

Bu büyük Türk Sultanı 1481 senesi ilkbaharında üç yüz bin kişilik bir ordunun başında olarak yeni bir sefere çıktı. Ancak, Hünkar çayırı denilen mevkide hastalandı ve çok geçmeden 3 Mayıs 1481'de vefat etti. Özel doktoru olan Yahudi dönmesi Yakup Paşa tarafından zehirlendiği de söylenmektedir. Naşı, adına yaptırdığı caminin bahçesine defnedildi. Sonra üzerine türbe yapıldı.

Fatih Sultan Mehmet, ince yüzlü, uzunca boyla, dolgun vücutlu olup, seyrek güler, yüzüne bakıldığında hürmet ve korku telkin ederdi. Her şeyi öğrenmek isteyen zeki bir araştırıcı idi. Harp sanatından çok hoşlanır, yapacağı seferlerden en yakınlarını bile haberdar etmez ve bunların gizli kalmasına çok dikkat ederdi. "Sırrıma sakalımın bir tek telinin vakıf olduğunu bilsem onu yolar atarım" sözü meşhurdur.

Soğuğa-sıcağa, açlığa-susuzluğa ve yorgunluğa karşı çok dayanıklı idi. Trabzon üzerine çıktığı seferde Zigana dağlarını yaya olarak bin bir müşkilatla geçerken yanında bulunan Uzun Hasan'ın annesi, Sara Hatun; "Ey oğul! Bir Trabzon için bunca zahmet değer mi?" deyince, yüce Hakan; "Bu zahmet din yolunadır, ahirette Allahü tealanın huzuruna varınca inayet ola. Zira elimizde İslam kılıcı var. Eğer bu zahmeti ihtiyar etmezsek bize gazi demek yalan olur" cevabını verir.

Fatih, büyük ilim, din, kültür ve sanat adamlarını etrafında toplayarak İslam medeniyetine yeni bir hamle verdi ve İstanbul'u devrinde bu medeniyetin ve dünyanın en yüksek bir merkezi halime getirdi. Molla Gürani, Hocazade, Molla Hüsrev, Hızır Bey, Molla Yegan, Ali Kuşçu ve Akşemseddin meclisinin en mühim simaları idi. Devrinde Osmanlı Devleti'nin bütün temel müessese ve teşkilatı en mükemmel bir hale geldi. Zeytinyağı döktürerek insanlık tarihinde "yağla makine soğutmasını", havan topunun balistik hesap ve planını yaparak dik mermi yollu ilk silahı keşfeden de odur. Yine onun devrinde başta İstanbul olmak üzere, imparatorluğun bütün şehirleri cami, mescit, medrese ve sair eserlerle donatılmıştır.

Bunu Böyle Bilesiniz

Fatih Sultan Mehmet Han'ın namaz kılınmasına dikkat edilmesi hususunda Rum vilayetlerine gönderdiği ferman şöyledir: "Allahü teala, emirlerinin yerine getirilmesini bize nasip ve müyesser eylesin. Bu hükümde bildirmek istediğim husus şudur: Rum diyarındaki şehir ve kasabalarda ve buraların köylerinde yaşayan müslüman ahali, İslam dininin emir buyurduğu farzları yapıp, sünnetlerine riayet etmekte, Kelam-ı kadime ve Furkan-ı mecide yani Kur'an-ı kerime, hadis-i şeriflere uymakta gevşeklik gösterip muhalefet ederler imiş. Allahü tealanın "Namazı ikame ediniz:" emrini çiğneyip; "Namaz dinin direğidir. Onu dosdoğru kılan dinini ikame etmiş olur. Terk eden dinini yıkmış olur." hadis-i şerifine uymayıp, tuğyan yoluna sapanlar ve böylece mescit ve camileri viraneye ve harabeye döndürüp, fısk ve fücur, yani günah işlenen yerleri mamur ederler imiş. Bu ve buna benzer haberler bize ulaşıyor. Eğer bunlar doğru ise, emr-i bil ma'ruf ve nehy-i anil münker eylemek üzerime vacip olduğundan, ileri gelen bir adamımı bu iş için vazifelendirdim. O inceleyip takip edecek. Şöyle emir eyledim ki: "Her kim namazı terk ederse, dövülmek ve mali cezaya çarptırılarak ta'zir eylemek meşru olduğundan, İslam dininin emri gereği artık Rum diyarında namazını geçirenler tespit edilip, tamam haklarından gelinsin. Halka namaz kılmaları tenbih edilip, kılmayanlar hakarete uğratılıp teşhir edilsin. Hiç kimse ne olursa olsun bu icraata mani olmaya!.. Rum sancağı beyleri ve kadıları ve subaşıları ve bunların emrindeki diğer memurlar gönderdiğim vazifeliyle bu hususta elbirlik edip yardımcı olalar. Böylece İslamiyet'in yüce ahkâmı, emri ve yasaklarını yerine getirmekte gevşeklik ve tenbelliğe asla meydan verilmeye, Öyle ki, mescitler dolacak, medreseler mamur edilecek ve din-i İslam kuvvetlendirilmiş olacaktır. Böylece müslümanlar refah, huzur ve saadet içinde olup, Padişahın devam-ı devletine ve kudretinin artmasına duacı olacaklardır. Bunu böyle bilesiniz. Alamet-i şerifeme (tuğrama) itimat kılasınız."

HAKKINDA YAZILANLAR

1.Fatih'in İçsel Dünyası
Nezihe Araz
Dünya Yayıncılık / İnceleme - Araştırma

Neden Fatih Bu kitap kendi bilgimi artırmak ve bazı sorularıma yanıt bulmak için yaptığım araştırmalardan doğdu. Başlangıç tarihi İstanbul fethinin beşyüzüncü yıldönümüydü. Ben, bir tarihçi, bir tarih yazarı değilim. Ama elimdeki birikim Osmanlı'ya, Osmanlı kültürüne, Osmanlı sanatına ait ilgi çekici şeyler söylüyor. Biz ise, Osmanlıyı gerektiği gibi bilmiyoruz. Tanımıyoruz, araştırmıyoruz. Ama onun hakkında doğru-yanlış, çok çeşitli hükümler verebiliyoruz. Bu davranışı çok yanlış buluyorum. Geçmişimizi iyi bilmeden bugünü ve geleceği yaşamak, bilmek, değerlendirmek hem yanlış, hem eksik bir yöntem oluyor. Oysa yarınlara ulaşırken geçmişin tüm olayları, yol gösterici, örnek verici olarak bize gereklidir. Fatih, Osmanlı Devletinin yüzyılları içinde sadece 50 yıl kadar bir zaman sürecini işgal etmiş. Ama bu süreç içinde yaptıkları, yaşadıkları insanı şaşırtacak bir çizgide. Özellikle bilim, sanat ve insancıllık konularında.


1453 Konstantinopl
Kuşatma Güncesi
Nicolo Barbaro
Çeviri Yurdakul Fincancıoğlu
Büke Y. İstanbul 2001

Elinizde tuttuğunuz kitap, Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti hakkında Batı ülkelerinde yayınlanmış, kaynak niteliğindeki özgün kitapları Türkçeye kazandırma düşüncesinin meyvesidir. Kuşatma Güncesi 1453'ün yazarı, Venedik Cumhuriyeti eşrafından bir ailenin çocuğu olan gemi doktoru Nicolo Barbaro'dur. Barbaro, Sultan Mehmet Il'nin 1453'teki adıyla Konstatinopl'u kuşatma altına aldığı günlerde, kentte bulunuyordu; kent Türklerin eline geçinceye kadar da orada kalmış ve yaşananları kendi bakış açısından gün gün not etmiştir.
(Arka Kapak)


1453 Konstantinopl Kuşatma Güncesi
Nicolo Barbaro
Büke Y. İstanbul 2001
Çeviri Yurdakul Fincancıoğlu

Elinizde tuttuğunuz kitap, Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti hakkında Batı ülkelerinde yayınlanmış, kaynak niteliğindeki özgün kitapları Türkçeye kazandırma düşüncesinin meyvesidir. Kuşatma Güncesi 1453'ün yazarı, Venedik Cumhuriyeti eşrafından bir ailenin çocuğu olan gemi doktoru Nicolo Barbaro'dur. Barbaro, Sultan Mehmet Il'nin 1453'teki adıyla Konstatinopl'u kuşatma altına aldığı günlerde, kentte bulunuyordu; kent Türklerin eline geçinceye kadar da orada kalmış ve yaşananları kendi bakış açısından gün gün not etmiştir.

İstanbul'un Fethi








İstanbul'un Fethi, 29 Mayıs 1453'te, şehri günlerdir kuşatan Osmanlı ordusunun, şimdi İstanbul olarak bilinen, o zamanki adıyla Konstantinopolis (Constantinople) şehrini Sultan II. Mehmed Han'ın komutanlığında fethetmesidir.

Bu fetihten sonra Osmanlı Devleti İmparatorluk olmuş, henüz 21 yaşında olan Sultan II. Mehmed, fatih unvanını da alarak Fatih Sultan Mehmed olarak anılmaya başlanmıştır. Tarihteki en önemli devletlerden olan Doğu Roma İmparatorluğu böylelikle sona ermiştir.

İstanbul Fetih edildikten sonra Orta Çağ kapanmış ve 1789 Fransız ihtilali'ne kadar sürecek olan Yeni Çağ başlamıştır.

Tarih: 2 Nisan - 29 Mayıs 1453

Yer: İstanbul (Bizans dönemi ismi: Constantinople)

Sonuç: Osmanlı'lar İstanbul'u ele geçirdi, Bizans İmparatorluğu yıkıldı. II. Mehmed, Fatih (fetheden) ilan edildi.

Bizans İmparatorluğu kumandanı: XI Konstantin

Osmanlı kumandanı: Fatih Sultan Mehmed (İkinci Mehmet)


Arif Nihat Asya'nın Fetih Marşı
Milliyetçi kişiliği ile tanınan Arif Nihat Asya'nın yazdığı bu şiir, Yıldırım Gürses tarafından bestelenmiştir.

Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek;
Dağlardan çektiriler, kalyonlar çekilecek;
Kerpetenlerle surun dişleri sökülecek

Yürü, hala ne diye oyunda oynaştasın?
Fatih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın!..

Sen de geçebilirsin yardan, anadan, serden....
Senin de destanını okuyalım ezberden...
Haberin yok gibidir taşıdığın değerden...

Elde sensin, dilde sen, gönüldesin baştasın...
Fatih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın!..

Yüzüne çarpmak gerek zamanenin fendini...
Göster: Kabaran sular nasıl yıkar bendini?
Küçük görme, hor görme, delikanlım kendini

Şu kırık abideyi yükseltecek taştasın;
Fatih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın!..

Bu kitaplar Fatih'tir, Selim'dir, Süleyman'dır.
Şu mihrap Sinanüddin, şu minare Sinan'dır.
Haydi artık uyuyan destanını uyandır!..

Bilmem, neden gündelik işlerle telaştasın
Kızım, sen de Fatihler doğuracak yaştasın!..

Delikanlım, işaret aldığın gün atandan
Yürüyeceksin... Millet yürüyecek arkandan!
Sana selam getirdim Ulubatlı Hasan'dan....

Sen ki burçlara bayrak olacak kumaştasın;
Fatih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın!..

Bırak, bozuk saatler yalan yanlış işlesin!
Çelebiler çekilip haremlerde kışlasın!
Yürü aslanım, fetih hazırlığı başlasın...

Yürü, hala ne diye kendinle savaştasın?
Fatih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın!..

KMaraş Tarihi

Tarihi 11.yüzyılın sonlarında Anadolu'ya kesin olarak yerleşen Türklerin egemenliğinde kaldı.1243'te Moğol İşgaline uğrayan Maraş,II.Anadolu Beylikleri devrinde Dulkadiroğullarının oldu.1516'da Osmanlı egemenliğine geçen Maraş, 1516-1919 yılları arasında Osmanlı egemenliğinde kaldı.Mütareke Döneminde önce İngilizler,sonra Fransızlar tarafından işgal edildi.


Kurtuluş Savaşı dönemi [değiştir]Maraşın kurtuluş savaşındaki yeri için Kurtuluş Savaşı, özellikle Türk-Fransız Cephesi ve Maraş Savunması makalelerinde anlatılmaktadır. Kurtuluş Savaşı`nda kahramanca düşmanlara saldırmış ve onları yenmişlerdir.Atatürk ise bu davranışa karşılık maraş iline şimdiki adı ile Kahramanmaraş adı vermiştir.

Halkı direnişe sevk eden olaylar şöyle gelişti:Fransız işgalinin ilk günlerinde Maraş kalesinden Türk bayrağı indirildi.Fakat,halk tekrar astı. Sütçü İmam Olayı:Yolda Müslüman kadınlara taciz eden 3 Ermeni asker civardaki kahvelerden birinin müdahalesiyle karşılaştı.Kahvedekilerden 1 kişi öldürüldü, 1'i de yaralandı. Fakat, Sütçü Ali Hoca (Sütçü İmam) olaylara müdahale ederek 2'sini öldürdü. Direnen Maraş halkı 1920 yılında işgalden kurtuldu. 1921 yılında Ankara Antlaşmasını imzalayan Fransa Antep, Urfa ve maraş'ı boşalttı.


Ekonomi Kahramanmaraş şehir merkezi
Kahramanmaraş İlköğretim Okulu
Göksun Çayı
Göksun Çayı'nın üzerinde bir köprü
Sütçü İmam Türbesi
Yerel perspektif [değiştir]Kahramanmaraş'ın ekonomik yapısı, Cumhuriyet'ten 1980'li yıllara kadar genellikle tarım, hayvancılık ve küçük el sanatlarına dayalı olarak gelişmiştir. Bu süreçte şehrin ekonomisi gerek insanların içe dönük üretim ve ticaret stratejisi, gerekse de şehrin devletin ekonomi ve alt yapı konularındaki hizmetlerinden yeteri kadar pay alamamasından dolayı önemli ölçüde büyüme sağlanamamıştır.

Türkiye'de piyasa ekonomisi kural ve ilkelerinin benimsenmeye başlanmasıyla, 1980'li yılların başından itibaren Kahramanmaraş, bu çerçevede izlenen ekonomik politikalara hızla uyum göstermiştir. Ekonomik olarak yeni bir döneme, sanayileşme ve çağdaş ticaret sürecine girilmiştir. Böylece yıllarca gerçekleştirilemeyen ekonomik büyüme için gerek sermaye, gerekse girişimcilik konusunda alt yapı oluşturulmaya başlanmıştır. Devletin, üretime ve ihracata yönelik geliştirdiği teşviksel politikalara hızlı cevap veren ve bu çerçevede teşviklerini doğru kullanarak bu fırsatı iyi değerlendiren Kahramanmaraş'lı girişimciler şehrin bugün sahip olduğu dinamik ekonomik yapıyı kurmuştur.


Kalkınma ve Sanayileşme Süreci [değiştir]Türkiye'de 1960 sonrası sekiz kalkınma planı hazırlanmıştır. İlgili dönemde ekonomik ve toplumsal yapının yeni yasal düzenlemelerle kararlı bir gelişme sürecine gireceği, sorunların bu yöntemle çözümleneceği düşüncesi yaygınlaşmıştır. Siyasal ve ekonomik bunalım yıllarından sonra, hak ve özgürlükleri genişletme ve kararlı bir ekonomik gelişme, demokratik bir anayasal düzenleme ile ekonominin planlanmasını gerektirmiştir

=== Özel sektör yatırımları ===

Kahramanmaraş'ta gerçek anlamda özel sektör yatırımları 1984 yılında başlamıştır. Sanayileşme, genel itibariyle tekstil sektörü alanında gerçekleşmiştir. Bununla birlikte, geçmişten gelen küçük el sanatlarından bakırcılık ve alüminyumculuğun uzantısı olarak çelik mutfak eşyaları sektörü de aynı sanayileşme eğiliminden payını oldukça önemli ölçüde almıştır.

Sektör büyüklüğü açısından, tekstil sanayinden sonra ikinci sırada Çelik Eşya Sanayi yer almaktadır. Kentin en önemli sektörlerinden biri olan Toz ve Pul Bibercilikte sanayileşmeye paralel olarak gelişme eğilimindedir. Kahramanmaraş'ın ülkemizde ün kazanmasına yola açan dondurma sektörü en hızlı gelişen sektörler arasındadır. Kahramanmaraş dondurması sanayileşmeden büyük ölçüde etkilenmiş, ülkemiz sınırlarını aşmış ve öncelikle yakın ülkeler ve ABD, daha sonrada tüm dünya ülkelerine yayılma sürecine girmiştir.

Sanayileşme sürecinde oldukça yüksek bir hıza ulaşılmıştır. Bu dönemde birçok yatırım hayata geçirilmiştir. Tekstil sektörü lider durumunda olmak üzere Konfeksiyon, Çelik Mutfak Eşyası, Pamuk İşleme (çırçır), İnşaat, Bankacılık, gıda, Yem, Ambalaj, Kağıt ve Makine İmalatı, Isıtma ve Soğutma sistemleri sektörleri iktisadî profilin ana hatlarını oluşturmuştur. Nakliye, Kuyumculuk, Bakır ve Alümiyum Doğramacılık, Plastik Doğramacılık, Kereste ve Yapı Malzemeleri Sanayi gibi diğer sektörler de kent ekonomisinin dinamiklerini oluşturmaktadır.

Kahramanmaraş ekonomisinin en gelişmiş sektörü olan tekstilde, özellikle teknoloji ve kalitede ulaşılan nokta Türkiye standartlarının üstüne çıkmıştır. Dünya tekstil pazarlarında teknolojik olarak ve kalite bakımından rahatça rekabet edebilecek yetenek kazanmıştır. Böylece uluslararası bir hammadde merkezi haline gelmiştir. Kentin olduğu gibi ülkenin de iktisadî büyümesinde tartışılmaz bir statüye sahip olan Tekstil Sanayi yüksek döviz girdisi sağlamaktadır.

Bu bölümde Kahramanmaraş'ta özel ve kamu kesimi tarafından kalkınma planları çerçevesinde gerçekleştirilen kalkınma çabaları konusunda bilgiler verilmiştir. Öncelikle, özellikle 1980'li yıllarda gerçekleştirilen özel kesim yatırımları kentin ekonomi büyüklüğünden önemli bir pay almaktadır. Bu bakımdan öncelik sırası özel sektöre verilmiştir.


Coğrafya [değiştir]Kahramanmaraş Coğrafik olarak 3/4 ü dağlarla kaplı, Büyük Çoğunluğu Akdeniz bitki örtüsüne sahiptir. Akdeniz İkliminin yanı sıra Güneydoğu Anadolu iklimi(Pazarcık İlçesi) Doğu Anadolu Karasal İklimi(Elbistan ve Afşin İlçesi) Akdeniz Yayla İklimi(Andırın ve Göksun İlçesi) görülmekte bu kadar farklı iklimlerin bir arada olması bitki çeşitliliğini de beraberinde getirmektedir. Tabi ve bozulmamış bir coğrafya ya sahip olan Kahramanmaraş ın Karadeniz Bölgesini aratmayacak güzellikte birçok yaylası mevcut olup bunlardan sadece Başkonuş Yaylasına asfalt yol ile ulaşılabilmekte ve bu yayla da dinlenme tesisleri bulunmaktadır. Diğer yaylalara bir kısmına ise ancak meraklıları yaya ulaşabilmektedir, bir kısmına ise stabilize yol mevcuttur. Yayla ve Tracking turizmi potansiyeline sahip yaylalar. Başkonuş yaylası; Kahramanmaraş-Andırın yolu üzerinde, Yenicekale çevresinde yer alan zengin bir orman dokusunun oluşturduğu ve yayla karakteri gösteren bir bölgedir.Kahramanmaraşın en önemli yaylalarından biridir. Yükselti 1785 m.dir. Başkonuş'ta geyik üretme çiftliği bulunmaktadır. Elektrik, telefon yol ve çevre düzenlemesi yapılmış olan alanda, orman idaresine ait sosyal tesisler (konaklama, lokal, lokanta vb.) bulunmaktadır. Yavşan (Uludaz) Yaylası; Şehir Merkezine 35. km mesafede olup yolun 15 km. kadar kısmı bozuk stabilizedir, arazi veya pick-up türü araçlarla gitmek mümkün olmaktadır. Yaylanın alanı dar olmakla birlikte sedir ve göknar ağaçlarından oluşan ormanı, teneffüs etmeye değer bir havası ve içimine doyulmayacak tadda suyu vardır. Rakımı yaklaşık 1700 - 1800 m arasında değişmektedir.Engizek Yaylası ; Şehir Merkezine oldukça uzak mesafe de olup ( yaklaşık 120 km.) Çok geniş düzlüklere sahip bir yayladır, rakımı yaklaşık, 2200 m ile 2600 m arasında değişmektedir.Ahırdağ Karagöl Yaylası ; Şehir Merkezine 13 km .mesafededir.Karagöl Yaylasında, Kış ve bahar aylarında yağan kar ve yağmur sularının birikmesiyle küçük bir göl oluşmakta, gölün suyu temmuz ayı ortalarında tamamen çekilmektedir. Ağaç ve Orman mecut olmayıp rakımı yaklaşık 1600 m civarıdır.Ahırdağ Eğrigöl Yaylası; Şehir Merkezine 20 km. mesafededir.Eğrigöl Yaylasında Kış ve bahar aylarında yağan kar ve yağmur sularının birikmesiyle küçük bir göl oluşmakta gölün suyu temmuz ayı ortalarında tamamen çekilmektedir. Ağaç ve Orman mecut olmayıp rakımı yaklaşık 2100 m civarıdır.Ağıllı Yaylası; Kahramanmaraş Kayseri Karayolunun 40.km.Fırnız,yol ayrımındanFırnız Köyü Karadut Obasından 5 km.lik bir yürüyüşle ulaşılabilir.Ağıllı Yaylası bitki çeşitliliğinin ve Yaşlı Ardıç ağaçlarının bulunduğu çevresi ormanlarla çevrili geniş düzlüklere sahiptir.Doğal hali bozulmamıştır.Rakımı yaklaşık 1500 m.ile 1900 m arasında değişmektedirSeen Yaylası; Kahramanmaraş Merkez İlçe ile Andırın İlçesi arasında bulunan Seen yaylasına, Andırın İlçesi Sisne ve Akgümüş Köylerinden stabilize bir yolu mevcut olup araba ile de ulaşmak mümkündür. Dört tarafı dağlarla çevrili geniş bir düzlüğe sahiptir. Doğal hali bozulmamıştır. Kuzey batı yamaçlarında el değmemiş (Ardıç,Sedir ve Göknar ağaçlarından oluşan)sık ve geniş orman alanları mevcuttur. Rakımı yaklaşık 1400 m ile 1500 m arasında değişmektedir. Ağoluk Yaylası; Kahramanmaraş Merkez Kaynar Köyünden (Şehir Merkezine 55 km.mesafede) 4 km.lik bir yürüyüşle ulaşmak mümkündür. Rakımı yaklaşık 1700 m. dir.Akifiye Yaylası; Akifiye Yaylası, Kahramanmaraş Andırın İlçesi Akifiye Köyünün batı tarafında olup çok değişik yapraklı ve iğne yapraklı ağaç türlerini bünyesinde barındıran sık ağaçlı ormanları mevcut olup tabii hali hiç bozulmamış ender bir ormana sahiptir. Kümperli Köyü - Delihacılı Köyü Yaylaları; Şehir Merkezine 35 km. mesafedeki Kümperli köyünden sonra yaklaşık 10 km.lik stabilize yol ile araba ile ulaşmak mümkündür. Yaylanın Güneyindeki Yalnız Mezla Dağında yapraklı ve iğne yapraklı ağaçlardan oluşan el değmemiş bir orman mevcuttur. Özellikle Doğa ve Orman yürüyüşcülerine tavsiye edilir. Rakım yaklaşık 1400 m ile 1800 m arasında değişmektedir.Göksun İlçesi Yaylaları; Göksun İlçesininde birçok yaylası mevcut olup bu yaylalar daha çok hayvancılık amaçlı kullanılmaktadır.

Nerdesin şevketlim, Sultan Hamid Han?







Sultan Abdülhamid Han'in Ruhâniyetinden Istimdat
Nerdesin şevketlim, Sultan Hamid Han?
Feryâdım varır mı bârigâhına?
Ölüm uykusundan bir lâhza uyan,
Şu nankör milletin bak günâhına.


Târihler ismini andığı zaman,
Sana hak verecek, ey koca Sultan;
Bizdik utanmadan iftira atan,
Asrın en siyâsî Padişâhına.


'Pâdişah hem zâlim, hem deli' dedik,
İhtilâle kıyam etmeli dedik;
Şeytan ne dediyse, biz 'beli' dedik;
Çalıştık fitnenin intibahına.


Dîvâne sen değil, meğer bizmişiz,
Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz.
Sade deli değil, edepsizmişiz.
Tükürdük atalar kıblegâhına.


Sonra cinsi bozuk, ahlâkı fena,
Bir sürü türedi, girdi meydana.
Nerden çıktı bunca veled-i zinâ?
Yuh olsun bunların ham ervâhına!




Bunlar halkı didik didik ettiler,
Katliâma kadar sürüp gittiler.
Saçak öpmeyenler, secde ettiler.
bir asi zabitin pis külâhına.


Haddi yok, açlıkla derde girenin,
Sehpâ-yı kazâya boyun verenin.
Lânetle anılan cebâbirenin
Bu, rahmet okuttu en küstâhına.


Çok kişiye şimdi vatan mezardır,
Herkesin belâdan nasîbi vardır,
Selâmetle eren pek bahtiyardır,
Harab büldânın şen sabahına.

Milliyet dâvâsı fıska büründü,
Ridâ-yı diyânet yerde süründü,
Türkün ruhu zorla âsi göründü,
Hem Peygamberine, hem Allâh'ına.


Lâkin sen sultânım gavs-ı ekbersin
Âhiretten bile himmet eylersin,
Çok çekti şu millet murada ersin
Şefâat kıl şâhım mededhâhına


rıza tevfik bölükbasi

Sultan 4. Murat kimdir



Saltanatı: 1623-1640
Babası: I. Ahmed Han - Annesi: Mahpeyker Kösem Sultan
Doğumu: 27 Temmuz 1612 Vefatı: 9 Şubat 1640

27 Temmuz 1612'de İstanbul'da doğan şehzade Murat, tam bir İslam terbiyesi ve ahlakı ile yetiştirildi. Enderin mektebindeki hocalardan hususi dersler aldı. Genç Osman'ın başına gelen acı felaket ve yerine geçen amcası Mustafa Han'ın kısa bir süre sonra tahttan indirilmesi üzerine, henüz on bir yaşında iken 10 Eylül 1623'te Osmanlı tahtına çıktı. Eyyub Sultan hazretlerinin türbesinde hocası Aziz Mahmud Hüdai'nın elinden kılıç kuşandı. Yaşı küçük olduğu için, devleti bilfiil idare edemeyeceği görüşü hakim olarak, annesi Mahpeyker Kösem Sultan saltanat naibesi tayin edildi.

Çok zeki ve seri anlayışlı ve hafızası kuvvetli olduğundan, yaşı ilerledikçe, devlet işlerine alakası artıyordu. Zaman zaman halkın içine girer değişik kıyafetlerle onların sohbetlerini dinlerdi. Halkın derdini halktan bir kimse olarak yerinde incelerdi. İnsanların kimden nasıl zarar gördüğünü, zulüm merkezlerini tek tek tespit etti.

Diğer taraftan Sultan Murat'ın saltanatının bu ilk devresinde, payitaht İstanbul ve Anadolu'da asayişsizlik büyük ölçüde artmıştı. Abaza Mehmet Paşa'nın çıkardığı isyan büyümüş ve bu karışıklıklar sırasında Bağdat İran kuvvetlerinin eline geçmiş bulunuyordu. Sadrazam olan Hüsrev Paşa'nın azlini bahane eden yeniçeriler ve sipahiler ayaklanarak saraya yürüdüler ve yeni sadrazam Müezzinzade Hafız Ahmet Paşa'yı öldürdüler (1632). Bundan sonra zorbaların zoru ile sadrazam olan Recep Paşa döneminde İstanbul'da karışıklıklar günlerce sürdü. En küçük bir olayda Recep Paşa'nın tahriki ile harekete geçen zorbalar yeni kelleler istiyorlardı.

Nihayet yirmi yaşını dolduran ve vücutça çok kuvvetli, demir pençeli ve gözü pek bir yiğit olan genç Padişah, 18 Mayıs 1632'de huzuruna çağırdığı Recep Paşa'ya: "Gel beru topal zorbabaşı. Bre mel'un abdest al!" dedikten sonra "Şu hainin tiz başını kesin." diyerek öldürttü ve devlet idaresini eline aldı. Bundan sonra yeniçerileri ve sipahileri itaat altına alarak kendisine bağlılık yemini ettiren Sultan, tütünü ve alkollü içkileri yasakladı. Kahvehaneleri, meyhaneleri kapattı. Zorbaları ve emirlere karşı gelenleri şiddetle cezalandırdı. Memleketin her tarafına huzur ve asayiş geldi.

IV. Murat Han, daha sonra ordusunun başına geçerek hükümdarlığının ilk yıllarında kaybedilen toprakları geri almak için teşebbüse geçti. 1634 baharında Lehistan seferine çıktı ise de Lehliler derhal Padişah'ın şartlarını kabul ederek bir anlaşma yapmaya muvaffak oldular.1635'te İran seferine çıkan Sultan, Revan ve Hoy kalelerini aldıktan sonra Tebriz'e girdi. Ertesi yıl en büyük arzusu olan Bağdat'ın fethi için tekrar İran üzerine sefere çıktı. Şehir kuşatılıp, Padişah'a İmam-ı Azam'ın türbesini ziyaret etmesi teklif edildiğinde; "Bağdat, sapıkların pis ayaklarıyla kirlenirken, gidip o yüce imamı ziyaretten haya ederim" cevabını verdi. Şiddetle cereyan eden çarpışmalar sonunda muharebenin 39. günü Bağdat fethedildi. Müslümanların en mübarek makamlarından olan İmam-ı Azam'ın türbesini ziyaret eden Padişah, kurbanlar kestirip, içerisini ipek halılar, kıymetli şallar ve altın, gümüş murassa kandillerle süsletti. Ertesi yıl İran'la Kasr-ı Şirin antlaşması imzalanmış ve bu antlaşma ufak değişikliklerle günümüze kadar devam etmiştir.

Sultan IV. Murat Han, İran seferinin üzerinden çok geçmeden daha önce yakalanmış olduğu Damla hastalığının ilerlemesi üzerine kurtulamayarak 8/9 Şubat 1640 günü henüz 28 yaşında iken vefat etti.

Murat Han, çok kuvvetli olup, kılıç, ok, harbe ve başka silahları kullanmakta usta idi. Güçlü bir iradeye ve hafızaya sahip bulunuyordu. Arapça ve batı dillerine hakimdi. İlmi ve ilim adamlarını çok sever, fırsat buldukça ilim meclislerine gider, onları teşvik ederdi. Tahta geçtiğinde bomboş olan hazinede vefatında on beş milyon altın olup, gümüş paranın haddi hesabi yoktu. İç huzura o kadar önem verirdi ki, zamanında halk büyük bir rahatlık ve emniyet içinde yaşamıştır. Son derece adil olan Sultan, din ve devletin menfaatine ters düşen en küçük hataları bile affetmedi. Dedesi Yavuz Sultan Selim Han gibi o da Hırka-i saadet dairesinde Kur'an-ı Kerim okurdu. Dördüncü Murat Han'ın müspet icraatları, devlete asrın sonuna kadar devam edecek bir azamet kazandırmıştır.

Bosna-Hersek'te Sırp Katliamı




Sırpların Bosna-Hersek'te gerçekleştirdikleri katliam 1992 yılı boyunca bütün İslâm dünyasında gündemin birinci konusu idi. Doğu blokunda ortaya çıkan bağımsızlık hareketlerinin etkisiyle altı cumhuriyetle iki özerk bölgeden meydana gelen Yugoslavya federasyonunun dağılması üzerine sözkonusu altı cumhuriyetten biri durumundaki Bosna-Hersek'te de 1 Mart 1992 tarihinde halkın bağımsızlığı isteyip istemediğinin ortaya çıkarılması amacıyla bir referandum gerçekleştirildi. Bu referanduma katılanların % 99.43'ü bağımsızlığa "evet" oyu verdi. Bosna-Hersek yönetiminin de bu sonuca dayana- rak bağımsızlık kararı alması üzerine bu cumhuriyetteki Sırp milislerin lideri Radovan Karaciç "bağımsızlığı kabul etmeyeceğiz. Eğer Bosna bağımsız olursa, Müslüman, Sırp ve Hırvatların çatışmasından kaçamayız. Umarım bu bir uyarı olur. Aksi takdirde, Kuzey İrlanda, Bosna-Hersek'in yanında bir tatil merkezi gibi kalır" diye açıklama yaptı. Bunun yanısıra Radovan Karaciç'e bağlı Sırp milisler de, bağımsızlık kararı alan cumhurbaşkanı Aliya İzzet Begoviç'in liderliğindeki Bosna-Hersek yönetimini zor durumda bırakmak amacıyla yollara barikatlar kurmaya, yer yer Müslüman yerleşim merkezlerine saldırılar düzenlemeye ve hayatı zorlaştırmayı amaçlayan eylemler düzenlemeye başladılar. Zaman içerisinde Sırbıstan Cumhuriyeti'nden gelen milisler ve federal ordunun da destek sağlaması ile Müslümanlara yönelik saldırılar şiddetlendi. Artık Sırp saldırıları kademe kademe bir katliama dönüşüyordu.

Sırpların saldırılarının şiddetlenmesi üzerine 19 Mart 1992 tarihinde Bosna-Hersek başbakan yardımcısı Muhammed Cengiç, Türkiye'ye gelerek yardım istedi. Ancak Türkiye, uluslararası platformdaki bazı girişimlerin dışında Bosna-Hersek'e fiili herhangibir yardımda bulunmadı. Türkiye'nin yardımda bulunmaması Sırp milislere daha da cesaret kazandırdı. Çünkü Sırplar, Bosna-Hersek Müslümanlarına destek sağlayabilecek tek ülke olarak Türkiye'yi görüyorlardı.

Sırplarla Müslümanlar arasında Mart ayının sonuna doğru gerçekleştirilen ateşkes bir hafta sonra Sırplar tarafından bozuldu ve Bosna-Hersek' in bağımsızlığına karşı çıktığından dolayı Sırp milislere destek veren Yugoslav Federal Ordusu Bosna-Hersek'in başkenti Saraybosna'ya girerek havaalanını işgal etti. Sırp işgallerinin başlaması ile birlikte Bosna-Hersek Müslümanları da can endişesi ile vatanlarını terketmeye başladılar. Toplu göç hareketi ilk olarak, Sırpların, halkının % 70'i Müslüman olan Zvornik şehrini işgal etmeleriyle başladı. 13 Nisan 1992 tarihinde de 140 bin Müslüman evini yurdunu bırakarak Bosna-Hersek dışına göçetti.

Sırp milisler işgal ettikleri yerlerde esir ettikleri Müslümanlara çok kötü muamele ediyor, pek çoklarını da insafsızca öldürüyorlardı. Üstelik bu katliamları gerçekleştirirken yaşlı, genç, çocuk, kadın ayrımı yapmıyorlardı. Mesela 15 Nisan 1992 tarihinde Biyelyina şehrine girdiklerinde bin Müslümanı çocuk, kadın, yaşlı ayrımı yapmadan öldürmüşlerdi. Sırpların bu uygulamaları Müslümanların göç hareketine daha da hız kazandırdı. Çünkü henüz toprakları işgal edilmemiş olan Müslümanlar da gelecekleri açısından endişeye kapılıyor ve Sırpların kendi topraklarına da girerek işgal etmiş oldukları bölgelerde ele geçirdikleri Müslümanlara yaptıklarının aynısını kendilerine de yapabileceklerini düşünüyorlardı.

Bosna-Hersek Müslümanlarını en çok sıkıntıya sokan durum da, Avrupa'nın üçüncü büyük ordusu durumundaki Yugoslavya Federal Ordusu'nun Sırp çetnikleri (milisleri) ile birlikte hareket etmesi, onlara her bakımdan destek vermesiydi. Buna karşılık Müslümanların arkalarında herhangibir askeri destek olmadığı gibi Sırp saldırganlar karşısında direnen Müslümanlar silah yönünden çok geri durumdaydılar. Ayrıca Sırp milislerin birçoğu daha önce Hırvatistan ve Slovenya'da bir savaş tecrübesi kazanmışlardı. Müslüman mücahitler ise bu tecrübeyi Sırp milisler karşısında verecekleri silahlı mücadele ile kazanacaklardı. Bunun yanısıra Bosna-Hersek Müslümanlarının dış dünyadan önemli bir destek görememeleri, daha önce Sırplara karşı Slovenlere ve Hırvatlara doğrudan destek veren ABD'nin ve Avrupa ülkelerinin Sırpların Bosna-Hersek'te gerçekleştirdikleri katliamları bazı ufak tefek kınamalarla geçiştirmeleri ve gelişmelere genellikle seyirci kalmaları Müslümanların daha da zor durumda kalmalarına sebep oluyordu. Hatta bunun da ötesinde ABD ve Avrupa ülkeleri Müslümanların Sırp saldırıları karşısında direnişe geçmelerini hoş karşılamadıklarını ifade etmekten kaçınmıyorlardı. Mesela ABD Dışişleri bakanlığı sözcüsü Margaret Tutwiller Müslümanların direnişe geçmeleri üzerine yaptığı açıklamasında Hırvat milislerin ardından Müslüman milislerin çarpışmaya girdiklerine işaret ettikten sonra "Mevcut durum içerisinde hiç kimse masum değildir" ifadesini kullandı.

İşte bütün bu sebeplerden dolayı Sırp milisler çok geçmeden Bosna-Hersek'in başkenti Saraybosna'da kontrolü ele geçirdiler. Bunun yanısıra Bosna-Hersek'in önemli merkezlerini işgal etmeyi de başardılar. Sırplar işgal ettikleri yerlerde hem yukarıda belirttiğimiz üzere bir katliam hem de yıkım gerçekleştiriyorlardı. Özellikle camileri ve İslâmi izler taşıyan muhtelif tarihi eserleri yıkmaya özen gösteriyorlardı.

Sırp saldırılarının iyice şiddetlenmesi üzerine meseleye görüşmeler yoluyla çözüm bulunması için arayışlara girildi. Bu amaçla 28 Nisan 1992 tarihinde Portekiz'in başkenti Lizbon'da, Avrupa Topluluğu'nun Yugoslavya özel temsilcisi Jose Gutelheior'un başkanlığında bazı görüşmeler başlatıldı. Bu görüşmelere başlangıçta katılmayan Bosna-Hersek cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç daha sonra katılmaya karar verdi. Ancak bu görüşmelerde çözüm konusunda herhangibir ilerleme sağlanamadı. Üstelik Yugoslav Federal Ordu birlikleri Bosna-Hersek cumhurbaşkanı İzzetbegoviç'i Lizbon'dan ülkesine döndüğü sırada rehin alarak 24 saat rehin tuttular.

Federal ordu birlikleri zaman zaman Saraybosna'nın bazı bölgelerini top ve füze ateşine tutuyorlardı. Hatta federal orduya bağlı uçakların Saraybosna'ya yakın tepelerden Dervanta'ya kimyasal veya biyolojik silah attıkları bildirildi. Bunun yanısıra Sırpların Saraybosna'da öldürdükleri Müslümanların cesetlerini toplu mezarlara gömdükleri veya dere kenarlarına attıkları tesbit edildi.

Sırp saldırılarının şiddetlenmesi üzerine Birleşmiş Milletler'in müdahalede bulunması için çağrıda bulunuldu. Bosna-Hersek dışişleri bakanı, Birleşmiş Milletler'in Körfez savaşında olduğu gibi Bosna-Hersek'te de bir askeri operasyon gerçekleştirmesini istedi. Ancak Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi sadece, Yugoslavya federal ordusuna Bosna-Hersek topraklarından çekilmesi için çağrıda bulunmakla yetinerek doğrudan müdahalede bulunmak için durumun müsait olmadığını ileri sürdü. Bu arada Avrupa Topluluğu Yugoslavya özel temsilcisi Lord Carington da yaptığı açıklamasında, çatışmaların devam etmesi halinde yapılacak bir şeyin olmadığını ileri sürdü. Gerek Birleşmiş Milletler'in ve gerekse Avrupa Topluluğu'nun Bosna-Hersek' te gerçekleştirilen katliam karşısında bu derece pasif kalmaları Sırplara daha da cesaret kazandırıyordu.

11 Mayıs 1992 tarihinde İslâm Konferansı Örgütü tarafından yayınlanan bir bildiride bütün İslâm ülkelerinin Bosna-Hersek'e yardımda bulunması istendi. İslâm Konferansı Örgütü, Birleşmiş Milletler teşkilatını da Bosna-Hersek'teki katliamı durdurmak için müdahalede bulunmaya çağırdı.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, yapılan çağrılar üzerine 31 Mayıs 1992 tarihinde toplanarak Sırbistan ile Karadağ'ın oluşturduğu yeni Yugoslavya Federasyonu'na bazı yaptırımlar uygulanmasını kararlaştırdı. 757 sayılı bu BM Güvenlik Konseyi kararında yeni Yugoslavya Federasyonu'ndan Bosna-Hersek'in içişlerine karışmaması ve bütün milis güçlerini bu cumhuriyetten çekmesi istendi. Daha sonra 1 Haziran 1992 tarihinde yine BM'nin girişimiyle bir ateşkes sağlandı. Ancak Sırplar bu ateşkesi hemen bir gün sonra bozarak yeniden başkent Saraybosna'yı top ateşine tutmaya başladılar. BM Güvenlik Konseyi'nin 757 sayılı kararı da askeri bir baskı ile desteklenmediğinden ve yaptırımlar da ciddi bir şekilde uygulanmadığından Sırplar üzerinde caydırıcı bir etki yapmamıştı. Aliya İzzetbegoviç'in Bosna-Hersek' deki çarpışmaların durdurulması için BM tarafından askeri birlikler gönderilmesi talebi, BM genel sekreteri Butros Gali tarafından "böyle bir şeyin çok riskli olacağı" iddiası ile reddedildi. ABD başkanı George Bush da, Sırbistan ve Karadağ'a karşı uygulanan yaptırımların etkisini göstereceğini ileri sürerek bu ülkelere askeri müdahalede bulunmanın gereksiz olacağını ileri sürdü. BM bazı incelemelerde bulunmaları üzere gönderdiği barış gücü temsilcilerini de 17 Mayıs 1992 tarihinde geri çekti. Daha sonra BM tarafından gönderilecek yardımların belli yerlere ulaştırılmasının sağlanması amacıyla bazı barış gücü birlikleri gönderildi. İngiltere de aynı gün yaptığı açıklamasında Bosna-Hersek'e çekiç güç gönderilmesine kesinlikle karşı olduğunu bildirdi. Öte yandan NATO, 4 Haziran tarihinde yaptığı açıklamada, yeni Yugoslavya Federasyonu'na BM tarafından uygulanan yaptırımlara destek sağlanması amacıyla askeri müdahalede bulunulmasına karşı olduğunu bildirdi.

Avrupa ülkelerinin, ABD'nin ve BM, NATO, AT gibi uluslararası teşkilatların olaylara doğrudan müdahalede bulunmaktan kaçınmalarından cesaret alan ve dolayısıyla BM'nin girişimleri ile gerçekleştirilen ateşkes anlaşmalarını da bir gün sonra hemen bozan Sırp milisleri saldırı çemberlerini gittikçe genişlettiler.

8 Temmuz 1992 tarihinde yeni Yugoslavya Federasyonu'nun Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı (AGİK) üyeliğinin askıya alınması kararlaştırıldı.

10 Temmuz'da AGİK 4. İzleme Konferansı'nın bitiminde yayınlanan bir deklarasyonda Bosna-Hersek'teki olaylardan Belgrad yönetiminin sorumlu olduğu bildirildi. Aynı paralelde NATO tarafından da yeni Yugoslavya'ya uygulanan yaptırımları denetlemek amacıyla Adriyatik denizine bir deniz gücü yerleştirilmesi kararlaştırıldı. Bu deniz gücü 16 Temmuz tarihinde göreve başladı. Aynı günlerde yeni Yugoslavya'nın yeni başbakanı Milan Paniç İspanya'da yayınlanan El Mundo gazetesine verdiği demeçte ABD başkanı George Bush ile dışişleri bakanı James Baker'in ülkesine müdahale edilmeyeceği yolunda kendisine söz verdiklerini bildirdi.

17 Temmuz tarihinde yine AT temsilcisi Jose Gutelheior'un başkanlığında Londra'da yürütülen barış görüşmeleri sonucu taraflar arasında 18 Temmuz'dan itibaren yürürlüğe girecek 14 günlük bir ateşkes anlaşması imzalandı. Ancak Sırplar bu ateşkes anlaşmasını da iki gün sonra ihlal ederek yeniden saldırıları başlattılar.

BM Güvenlik Konseyi'nin yaptırım kararları da Sırpları çok fazla etkilemediği halde Müslümanları bazı yönlerden olumsuz olarak etkiledi. Çünkü BM barış gücü kuvvetleri bu karar gereğince Müslümanların dışardan silah almalarını engellediler. Mesela Müslüman Boşnaklara silah temin etmek için Saraybosna'ya giden bir İran uçağı, BM barış gücü birlikleri tarafından yükünü boşaltmadan dönmeye zorlandı. BM güçleri Müslüman boşnakların başka yollardan silah temin etmelerini de büyük ölçüde engellemeye çalıştılar. Öte yandan Sırplar Yugoslavya federal ordusunun mirasına konduklarından önemli bir silah stoğuna sahip oldukları gibi bazı ülkelerden gizli yollarla silah da temin edebiliyorlardı. Öte yandan Bosna - Hersek yetkilileri Adriyatik Denizi'ne yerleştirilen NATO deniz birliklerinin de yeni Yugoslavya'ya uygulanan yaptırımların delinmesini önleyemediklerini bildirdiler.

Sırplar, işgal ettikleri Bosna-Hersek toprakları üzerinde "Bosna Sırp Cumhuriyeti" adıyla yeni bir cumhuriyet ilan ederek devlet başkanlığına da Sırp milislerin lideri Radovan Karaciç'i getirdiler.

26 Ağustos 1992 tarihinde Londra'da "Uluslararası Yugoslavya Konferansı" adıyla bir konferans başlatıldı. Ancak bu konferansta katliamı gerçekleştiren Sırpları dize getirmeyi amaçlayan ciddi bir karar alınmazken, konferans sonunda yayınlanan bildiride tarafların müzakereler yoluyla yapılacak sınır değişikliğine hazır olmaları istenerek Bosna-Hersek'in savaş öncesi sınırlarının değişebileceği ima edildi. Bu ifade, Sırpların Bosna-Hersek topraklarını bölme planlarının Avrupa ülkeleri tarafından kabul gördüğü anlamını taşıyordu. Bosna-Hersek devlet başkanı yardımcısı Stepan Kljejic de Londra konferansı ile ilgili açıklamasında bu konferansın tam bir felaket olduğunu dile getirdi.

Alman gazetelerinden Frankfurter Allgemeine'nin, BM birliklerinin Batı Bosna'da Sırp birliklerine lojistik destek sağladığı yolundaki iddiası da, sözkonusu teşkilatın Sırp saldırılarının durdurulması için gerçekleştirdiği birtakım diplomatik girişimlerin ciddi olmadığını ortaya koyuyordu. Frankfurter Allgemeine gazetesi, BM birliklerinin himayesinde Batı Bosna'da bir hava köprüsü oluşturularak Sırp birliklerine askeri malzeme temin edildiğini ileri sürmüştü. Bu gibi haberlerin ortaya çıkmasından hemen sonra ABD yönetimi de dikkatleri başka yönlere çekmek amacıyla, Müslümanların BM kontrolüne verilen Sırplara ait ağır silahların toplandığı yerleri bombaladıklarını ileri sürdü. ABD yönetimi Bosna-Hersek'teki çatışmaların sorumlusu olarak Sırpları ve Belgrad yönetimini görürken Saraybosna yönetiminin ve Müslümanların da bu çatışmaları kışkırtıklarını ileri sürdü.

BM Genel Kurulu 23 Eylül 1992 tarihinde aldığı bir kararla Sırbistan ile Karadağ'ın oluşturduğu yeni Yugoslavya Federasyonu'nu BM Genel Kurulu üyeliğinden çıkardı. Ancak BM Güvenlik Konseyi de aynı tarihte, yeni Yugoslavya'nın tekrar üyeliğe alınabilmesi için yeniden müracaatta bulunması üzere bir tavsiye kararı aldı.

7 Ekim 1992 tarihinde Bosna-Hersek'in başkenti Saraybosna'nın silahtan arındırılması üzere Cenevre'de birtakım görüşmeler başlatıldı. Ancak Bosna-Hersek cumhurbaşkanı İzzetbegoviç Sırp saldırıları devam ettiği sürece bu görüşmelerin sonuç getirmeyeceğini ifade ederek Cenevre toplantısına katılmadı.

BM Güvenlik Konseyi, 9 Ekim 1992 tarihinde Bosna-Hersek hava sahasının BM uçakları dışında bütün uçaklara kapatılmasını kararlaştırdı. Ancak Bosna-Hersek'in BM daimi temsilcisi bu kararın en başta kendi aleyhlerine olacağına dikkat çekerek, "Sırplar uçak kullanamayacak ama biz de dost ülkelerden yardım alamayacağız" diye konuştu. Bundan sonraki tarihlerde BM Güvenlik Konseyi'ne, Bosna-Hersek'e uygulanan ambargodan en çok saldırıya maruz kalan Müslümanların zarar gördükleri hatırlatılarak bu ambargonun kaldırılması teklif edildi ancak Güvenlik Konseyi bu teklifleri reddetti. Bosna-Hersek cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç BM'nin bu tutumu dolayısıyla, Yugoslavya konferansı eşbaşkanlarından Cyrus Vance'a gönderdiği mektupta Bosna-Hersek'e yönelik silah ambargosunun büyük adaletsizlik olduğunu bildirdi. İzzetbegoviç mektubunda şunları söyledi: "Silah ambargosunun kaldırılmasının Bosna Hersek'teki savaşı kızıştıracağını söylediniz. Ancak savaş şu anda, özellikle ambargo sebebiyle zaten olabileceği kadar kızgın...Savaş saldırganların silaha sahip olması bizim ise silahımızın olmaması sebebiyle devam ediyor. İki tarafı da eşit kabul etmeniz benim milletim için büyük bir adaletsizlik. Saldırganın bizi yoketmesine yardım ettiğinizi düşünüyorum".

Uluslararası Yugoslavya Konferansı eşbaşkanları Cyrus Vance ile Lord Owen tarafından 6 Kasım 1992 tarihinde Sırplara ellerindeki ağır silahları teslim etmeleri üzere çağrı yapıldı ve bunun için bir hafta süre tanındığı bildirildi. Ancak bir hafta içinde Sırpların silahlarını teslim etmemeleri durumunda ne şekilde cezalandırılacakları yolunda herhangibir açıklamada bulunulmadı. Dolayısıyla Sırplar bu çağrıyı da pek nazarı itibara almadılar. Çünkü silahlarını teslim etmemeleri durumunda herhangi bir şekilde cezalandırılmayacaklarını biliyorlardı.

11 Kasım 1992 tarihinde BM özel temsilcisi Cyrus Vance ve Avrupa Topluluğu arabulucusu Lord Owen'in girişimleri ile taraflar arasında bir ateşkes anlaşması imzalandı. Ancak Sırplar bu ateşkes anlaşmasına uymayarak saldırılarını sürdürdüler.

Sırplar bundan sonraki tarihlerde de değişik vesilelerle ateşkes anlaşmaları imzaladılar. Ancak anlaşmanın gerçekleştirilmesinin üzerinden bir kaç saat bile geçmeden yine kendileri bu anlaşmaları bozuyorlardı. Sırpların bu tutumları onların ateşkes anlaşmalarını da bir oyalama, bazı zor durumları atlatma taktiği olarak kullandıklarını gösteriyordu.

İslâm Konferansı Teşkilatı genel sekreteri Hamid el-Gabid Kasım ayı ortalarında gerçekleştirdiği Bosna-Hersek ziyaretinden sonra İslâm ülkelerini Bosna-Hersek'in Sırp saldırılarından korunması için doğrudan müdahalede bulunmaya çağırdı. Ancak bu çağrı üzerine harekete geçen bir ülke olmadı.

25 Kasım 1992 tarihinde Türkiye'nin çağrısıyla, İstanbul'da, Bosna-Hersek'te yaşanan durumun görüşülmesi ve bu bölgedeki savaşın bütün Balkanlar'a yayılmasının engellenmesi için alınabilecek tedbirler üzerinde durulması amacıyla bir zirve gerçekleştirildi. Yunanistan, Sırbistan ve Karadağ'ın dışındaki bütün Balkan ülkelerinin katıldığı zirve sonunda yayınlanan ortak bildiride Sırp saldırılarının bütün Balkan ülkelerini tehdid ettiğine dikkat çekildi. Ancak zirve Bosna-Hersek probleminin çözümü açısından yeni bir şey ortaya koymadı.

Bu olayın hemen arkasından 1 Aralık 1992 tarihinde Suudi Arabistan' ın Cidde şehrinde İslâm ülkeleri dışişleri bakanları Bosna-Hersek kriziyle ilgili bir toplantı gerçekleştirdiler. Bosna-Hersek dışişleri bakanı Haris Slaciç de toplantı başlamadan önce yaptığı açıklamada bu toplantının Bosna-Hersek için son ümit olduğunu söyledi. Ancak bu toplantıda Bosna-Hersek'le ilgili olarak alınan kararlar sadece tavsiye kararları olmaktan ileri geçemedi. Doğrudan müdahale yönünde herhangibir karar alınmadı. Öte yandan İslâm ülkelerinin askeri müdahalede bulunmalarının sözkonusu olabileceği yönündeki söylentiler üzerine Yugoslavya Konferansı eşbaşkanları Vance ve Owen bir açıklama yapma ihtiyacı duyarak askeri müdahaleye karşı olduklarını bildirdiler. Bu açıklama aynı zamanda İslâm ülkelerine karşı bir gözdağı anlamı taşıyordu. Daha sonra Bosna-Hersek'teki BM Barış Gücü Komutanı Philippe Morillow Bosna-Hersek'e askeri müdahalede bulunmanın imkânsız olduğu yönünde açıklamada bulundu.

Sonuçta gerek uluslararası kuruluşların ve gerekse Batı ülkelerinin olayları yaptırım gücü olmayan kararlarla geçiştirmeleri gerekse Bosna-Hersek Müslümanlarına en büyük yardımı yapmaları gereken İslâm ülkelerinin dışa bağımlı politikalarından kaynaklanan ilgisizlikleri Bosna-Hersek'i acı ve ızdıraplara boğdu. 1992 yılının sonuna gelindiğinde yaklaşık 140 bin Bosna-Hersek'li öldürülmüş, çoğu Müslüman olmak üzere 2.5 milyon Bosna-Hersek' li de yurtlarını terkederek komşu ülkelerin topraklarına sığınmak zorunda kalmıştı. Bosna-Hersek Müslümanlarına yardım edenler de genelde gönüllü İslâmi kuruluşlardı. Yapılan açıklamalara göre 35 kadar İslami yardım kuruluşu bu Müslümanların imdatlarına koşmuştu. Bazı uluslararası kuruluşların Kızılhaç vasıtasıyla yaptıkları yardımlar ise genellikle Müslümanların ellerine ulaşmıyordu. Bazı yetkililer Kızılhaç'a verilen yardımların Sırplara teslim edildiğini onların da bunları parayla sattıklarını duyurdular. Bosna-Hersek'e yapılan yardımları koordine eden Merhamet teşkilatının Sancak temsilciliği, Sırbistan ve Karadağ kızılhaç teşkilatlarını BM'e şikayet ederek bu teşkilatların Müslüman mültecileri Sırp çetniklerine teslim ettiklerini ileri sürdü.

osmanlı ve vakıf çeşitleri

Osmanlı'da devlet, vatandaşın canını, malını korumak, asayişi sağlamak, sınırları muhafaza etmek, devlet düzenini ne bahasına olursa olsun her şeyden üstün tutmak, bu düzeni ilgilendiren her türlü yüksek menfaati sağlamakla mükelleftir.
Bayındırlık eseri yaptırmakla, vatandaşı okutmakla, onun ibadetine yarayan yapılar inşa etmekle ve bu gibi şeylerle mükellef değildi. Yalnız askerin üzerinden geçtiği yollar, köprüler, barındığı kaleler ve kışlalar, silahlandığı fabrikalar ve emsali şeyler vardı.
Peki, bu kadar cami, mektep, çeşme, imaret, hastane ve benzerlerini kim yaptırdı? Hemen hiç birini devlet değil! Şahıslar yaptırdı. Asırlarca ayakta durmalarını kim sağladı ve bugün ayakta durmalarını kim sağlıyor? Gene şahıslar!

Ya şahıslar yaptırmazsa? Böyle bir şey olmamıştır ve şahsın yaptırdığı cami, okul ve benzerleri, klasik Osmanlı düzeninde kâfi gelmiştir.

Yaptıranların başında padişahların gelmesinden tabiî bir şey yoktur ve bu husus hiç yadırganmaz. Zira devletin en zengin adamı daima padişahtır. (Son iki padişah, V. ve VI Mehmed hâriç)

Vakıf bir cami, mescid, medrese yaptırmak, kuru bina ortaya koyup, buyurun ibadet edin, okuyun demek değildi. Muazzam bir işti. Yapılan binanın asırlarca yaşaması için tedbir almak demektir. Büyük camilerde ve medreselerde, imaret ve hastanelerde, yüzlerce görevli ve muhtacı asırlar boyu durumlarına uygun şekilde beslemek demekti. Bunun için, gelir getirici, bol gelir getirici mallar vakfedilir: Çiftlikler, hanlar, hamamlar, evler ve akla gelen her şey.

Akıl Almaz Vakıflar
II. Bayezid devri (1481-1512) müelliflerinden Cantacasin, klasik eserlerinde o devir için şöyle der ( s. 207-8) : "Küçüğü ve büyüğü ile Türk ileri gelenleri (seigneurs Turcaz), cami ve hastane yaptırmaktan başka bir şey düşünmezler. Onları zengin vakıflarla techiz ederler. Yolcuların konaklaması için kervansaraylar inşa ettirirler. Yollar, köprüler, imaretler yaptırırlar. Türk büyükleri, bizim senyörlerimizden çok daha hayır sahibidirler, son derece misafir severler. Türk, hristiyan ve yahudileri memnuniyetle misafir ederler. Onlara yiyecek, içecek ve et verirler. Bir Türk, karşısında yemek yemeyen bir adamla Hristiyan ve Yahudi bile olsa yemeğini paylaşmamayı çok ayıp sayar.
D'Ohsson'a göre bu derece hayırseverliğin menşei İslâm dînidir. Şöyle der (VI, 302) : "Kur'ân, Türkleri, dünyanın bütün milletlerinin en hayır ve en insan severi haline getirmiştir."
Vakıf Çeşitleri
Hayır sahipleri neler yaptırmışlardır? Akla gelen her şey: Cami, mescid, külliye, medrese, mektep, çeşme, sebil, selsebil, şadırvan, yalak, fıskıye, havuz, kuyu, kaplıca, hamam, çifte hamam, ılıca, hela, yol, köprü, kervansaray, imaret, hastane, kütüphane, namazgah, musallâ, gasilhane, tekke, ribat, zaviye, hücre, dergâh, türbe, künbed, çarşı, pazar, han, bahçe, tarh, lağım, kışla, kale, hisar-beçe, palanka, burç, hendek, tabya, kaldırım, sokak, park, bulvar, miskinhane, kalenderhane, darülkura, darülhuffâz, dârülhadis, muvakkıthane, liman, fener, deniz feneri, yunak (çamaşırhane), yağhane, mumhane, şekerhane, demirhane, dökümhane, fırın, tezgâh, mezbaha, tophane, güllehane, şişhane, ahır, hara, dershane, tımarhane, dârüşşifâ, nişangâh, fetvâhane, menzilhane, nişantaşı, sâyebân, kameriyye, çardak, suyolu, sarnıç, tâbhane (prevantoryum), müftihane, mahkeme, sığınak, kabristan, köşk, konak, saray, sâhilsaray, yalı, ev, meşrûtahane, liman, iskele, kahvehane, bozahane, şırahane, kıraathane, eczahane, mahzen, cedvel (kanal) ve daha pek çok şey...
Bunların bir kısmı hayır eseri, bir kısmı da hayır eserlerine gelir sağlayan vakıf mülk olarak yaptırılıyordu. Her birinin çeşitleri de vardı.
Hastaneler
Hastaneler yalnız, yatan hastalara mahsus değildi. Ayakta tedavi de yapılırdı. Her gelen hastanın tedavisi yapılır ve fakir olduğunu beyan edenlere (başkaca bir vesika falan istenmezdi) bedava ilaç verilirdi. İstanbul, Edirne gibi büyük şehir hastaneleri aynı zamanda hekimlerin ihtisas yeri idi. Hekimler burada, her dalda ihtisas yaparlardı. Umumî ve yalnız bir tip hastalığa mahsus olanları dünyaca ünlüdür. 1451'de kurulan Edirne ve 1514'te kurulan Karacaahmed (İstanbul) cüzzam hastaneleri de tıp literatüründe ünlüdür. Zira XIX. asırdan önce cüzzamlılar, Avrupa'da hastaneye alınmıyor, ıssız yerlere sürülüp kaderlerine terk ediliyorlardı. Dışarıdan ayak üstü tedavi ve ilaç almak için gelenler, sabahtan öğleye kadar kabul ediliyorlardı. Öğleden sonra, yalnız yatan hastalarla uğraşılıyordu.
hastaneler bir iki istisna ile yalnız müslümanlar için değildi, "Allah'ın kulları olan bütün beşeriyete" açıktı. Batı'daki hastaneler ise yalnız ülkenin mezhebindeki mezhepten hasta kabul ederdi.
150 ilâ 300 hasta tedavi edebilen hastaneler vardır. Bir kaçı, hem müslüman, hem hristiyan hastayı, ayırmaksızın kabul eder. Kadınlara mahsus hastaneler de vardır. Bazı hastanelerde de kadınlara mahsus kısımlar bulunur ve bunlar, mutlak şekilde erkek hastalara ait kısımdan ayrılmıştır. Kadın hastalar, mutlaka kadın hastabakıcılar tarafından bakılır. Hekim olmayan hastane mensubu, kadın hastanın yanına bile yaklaşamaz.
Daha 1396'da Schiltberger, Bursa'da her dînden hasta kabul eden 8 hastane bulunduğunu yazmaktadır. Bundan tam bir asır sonra da Cantacasin (s.204), Sultanmehmed (Fatih) hastanesi'ni anlatırken, Müslüman, Hristiyan ve Yahudi hasta kabul eden, hastalarına çok büyük ihtimamla bakan, fevkalâde büyük geliri olan bir müessese olduğunu söyler.
İmâretler

Çok büyük bir sosyal yardım müessesesi imâretti. İçlerinde hayret uyandıracak derecede muazzam olanları varı. Nisbeten küçük bir müessese olan I. Sultan Murad'ın İznik'teki İmârethanesi bile, günde 2000 muhtaca yemek dağıtıyordu.
İstanbul'da II.Bayezid İmâreti, günde 1000 muhtaca iki öğün yemek dağıtıyordu (Sarrâf Hovennesyan, v 72; İnciciyan tercümesi, 135, not 2). Kânûni'nin yaptırdığı Süleymâniye İmâreti'nde ise, medresenin 600 softası ve hastalar dışında sayısız muhtaca yemek veriliyordu (Hovennesyan, v. 68; İnciciyan, 135, n.3). Bu imâret, bir büyük mutfakla üç yemek salonundan ibaretti. Arka tarafta, yolcuların hayvanları için bir ahır vardı ve burada da yolcuların hayvanları bedava yiyip tımar ediliyordu. Fakat bir yolcu, bu şekilde ancak üç gün ve tabiatiyla tamamen bedava misafir ediliyordu. Misafir yolcuların beş kişisi bir sofraya alınıyor ve her öğünde böyle 40 sofra kuruluyordu. Demek ki yalnız yolcu sıfatıyla günde 200 kişi yemek yiyordu. Her yolcuya günde 50 dirhem bal, misafirin hayvanına günde bir şinik arpa veriliyordu. Padişahın vakıf şartı böyleydi.
Vakıflar ve Sosyal Yardım
D'Ohsson (II,460-1) şöyle diyor: "İmâretlerde fakirlere her öğün bir ekmek, bir tabak dolusu koyun eti ve bir tabak dolusu sebze verilmektedir. Fakir olarak tanınmış ailelere ayrıca günde 3 ilâ 6 akça nakdî yardım yapılıyordu."
Fatih imâret ve kervansarayında her şeyin mükemmel ve bedava olduğunu, orada yalnız fakirlere değil, kibar yolcuları da gözleriyle gördüğünü nakleder.
II.Murat'ın 1436'da yaptırdığı Edirne'deki Muradiye İmâreti için 436718 akça gelir getiren vakıflar temin etmişti.
1611 yılı haziranında Polonyalı Simeon, Edirne'ye gelmiştir. "İstanbul-Edirne yolunun iki tarafı kâmilen kaldırım döşelidir". Her konakta hanlar, hastaneler, kervansaraylar, hamamlar vardır. Her menzildeki imâretlerde yolculara günde iki öğün bedava pilav, yahni (et), zerde ve iki fodla(ekmek) verilmektedir. Hayvanlar aynı şekilde bedava bırakılmaktadır. Kervan, bin kişilik olsa gene aynı ihtimam gösterilmektedir.
XV. asrın ilk yıllarında Bursa'da 7 imâret vardı. Alman gezgini Schiltberger'e göre bu imârette "Hristiyan, Mûsevî veya putperest olmasına bakılmaksızın, her yoksul, yiyip içebiliyordu." (Telfer nş., s. 404). Bu yazar, Bursa'nın 1400 yıllarında, Yıldırım Bayezid devrinde, Osmanlı taht şehri Edirne'ye nakledilmeden hemen önceki yıllarda, Bursa nüfusunu 200000 olarak vermektedir.
Kervansaraylar
Çok büyük hayır müessesesi olduğu kadar, ticareti ayakta ve yolları canlı tutan bir kuruluş, kervansaraylardır.
Kervansarayların daha mütevazı olanlarına "han" denilmektedir. (Vakıf olmayan yolcu hanları yani bugünkü oteller ve şehirlerdeki ticaret hanları ile karıştırılmamalıdır.) Han ve kervansarayların ekserisinin vakıfnâmesinde, yolcuların, hayvanları ile beraber, üç gün misafir edileceği, yedirilip içirileceği şartı vardır.
Bunlar, mimari bakımından da çok büyük sanat eseri olan muhteşem yapılardır. Sir Paul Ricaut (II,495): "Türkler'in bu binaları, son derece muhteşem yapılardır ve Türk eyaletlerinde pek çoktur." der. Havza gibi mütevazı bir kasabada (Doğu Trakya) böyle iki vakıf hanı vardı, yolcular bedava ağırlanırlardı. Çok büyük gelirli vakıflar tahsis edilmişti. Gelirleri ekseriya artardı. Meselâ Çatalburgaz'da İstanbul-Edirne yolu üzerinde Mustafa Paşa Kervansarayı'nın yıllık gelir fazlası ile haftada bir gün, civar köylere bedava yemek dağıtılıyordu.
"Anadolu'ya yollar üzerinde her fersahta kervansaray vardır. Bunlar, başka ülkelerde hiç görülmeyen hayır müesseselerdir." Daha XIII. asırda birinci imparatorluk Türkiyesi'nde, üç saatlik mesafeye bir kervansaray kondurulmuştu ve bu Selçukoğulları'nın eseriydi, başka ülkelerde yoktu.

Türbeler
Türbelerin bakımı için de vakıflar yapılmış olması tabiîdir. Bunların en muazzamı Eyüp Türbesi idi. 10 türbedar, 72 hafız olmak üzere türbenin hizmetinde 117 kişi bulunuyordu. (T. Öz, İstanbul camileri, I, 55). Zira dünya müslümanlarının büyük ziyaret yerlerinden biriydi ve her gün binlerce ziyaretçisi bitip tükenmek bilmezdi. Avlusundaki binlerce leylek ve güvercinin beslenmesi için de tertibat alınmıştı. (Şimdi leylek çok azalmıştır.)
Çok ziyaret edilen ikinci türbe, Fatih Türbesi idi. Dindarâne bir titizlikle bakılırdı. 12 daimî hizmetkârı vardı. Ayrıca 90 kadar hafız, her biri günde 16 dakika Kur'ân okumak üzere her gün münâvebe ile türbeye gelirdi. Bu suretle 1481'den 1924'e kadar 443 yıl boyunca, Fatih'in başucunda, bir dakika olsun Allah kelamı eksik olmamıştır.

Su Vakıfları
Son derece sevap sayılan vakıflardan biri, su vakıfları idi. Her taraftan su akardı. Bazı camilerde -abdest almak için- yaz kış sıcak su akması, o caminin vakıfnâmesi icabı idi.
Su vakıflarının en büyük masraflıları şüphesiz suyolları ve barajlardır. Su bulunan bir yerden, nüfusu kalabalık bir iskân mahalline su vermektir. Meselâ Kânûnî, Mekke'ye bol su getirtmiş ve Harem-i Şerif'i 360 kubbe ile örttürmüştü

İSLAM VE VAKIF

Vakıf kurumlaşmış bir yardım anlayışını ifade eder. İslâm’a göre herşey fani yalnız Allah bakidir. Mutlak hakim O’dur. Mülk O’nundur. Bu sebeble Allah’ı seven başta insan olmak üzere bütün yaratıkları sever. Bu anlayışla hareket eden kişi “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olan, malın en hayırlısı Allah yolunda harcanan, Allah yolunda harcananın da en hayırlısı halkın en çok ihtiyaç duyduğu şeyi karşılayandır.” düsturunu kendisine rehber edinir.

“İnsan ölünce üç şey dışında ameli kesilir. Sadaka-i cariye (sevabı devam eden sadaka) faydalanılan ilim ve kendisine dua eden hayırlı evlat.” hadisi ve “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe eremezsiniz” ayeti gereğince Osmanlı, Vakıf işlerini ön plana çıkarmış hem dünya hem de ahirete bir hizmet vasıtası görmüştür. Vakıf müesseseleri ile diğergamlılığın zirvesini yakalayan Osmanlı 26 binden fazla vakıf kurarak insanlarla birlikte hayvanlara da hizmet etmiştir. Osmanlı, Kur'an ve Sünnet çerçevesinde Asr-ı Saadette başlayan ilk vakıf faaliyetini büyük hizmetlere vesile kılmışlardır.

"Hayırda yarışınız" emri, "İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olanıdır" prensibi gereği toplum birbiri ile yarışmış ve günümüze kadar ulaşan muazzam eserler vücuda getirilmiştir. İnsanların ihtiyacına, çevrenin şartlarına göre değişen çok farklı hizmet alanları olan Vakıf müessesesi Osmanlı'da bu açıdan dinamik bir yapıya sahipti. Donuklaşmış, kalıplaşmış bir yapısı yoktu." İnsanların, canlıların yaşadığı yerlerde mutlaka onlara yapılacak bir yardım, bir hizmet vardır" anlayışı Osmanlı Vakıflarının genel prensibi idi.

OSMANLI TARİHİ VE VAKIF

Vakıf yapmak isteyen şahıs bir vakfiye yazarak Kadıya müracaat eder. Vakıf Senedi denilen vesika mahkemece tescil edilir. Vakıf Senedine padişah da dahil herkes uymak zorundadır. İslâm hukukuna göre. "Vâkıf’ın (vakfedenin) şartı şârii’nin (kanun koyucunun) nassı gibidir.” değiştirilemez.

Bir vakfiyede kurucunun adı, künyesi, lakabı, şöhreti, ünvanı, gibi kendisini iyice tanıtan bilgiler bulunur. Daha sonra ne maksatla vakfı kurduğu, isteklerinin neler olduğu, bu isteklerin yerine gelmesi için gelirin nereden ne kadar olduğu, hangi oranda nerelere harcanacağı sonra da bunu bozan ve değiştirenlere beddua edilir. İlk vakfiye Orhan Bey’e aittir.

Başta padişahlar olmak üzere sadrazamlar, bütün devlet ricâli ve varlıklı kişiler az veya çok gücüne göre vakıf yapmışlardır. Ahiret inancını aklından çıkarmayan Osmanlı ölümünden sonra da devam edecek sevaba önem vermiş, nasla korunan ve "ebedî hayır" olan vakıfları ayakta tutmuştur. Osmanlı bazı müesseselerde olduğu gibi Vakıf konusunda da kendinden önceki devletleri örnek almıştı. Daha ilk beylikler zamanında başlayan, devletin siyasî ve malî gücünün artması ile paralel gelişen vakıfların ilk tesisi Orhan Gazi zamanında olmuştur.

Orhan Gazi İznik'te ilk Osmanlı medresesini kurarken onun idaresi için yeterli geliri temin edecek gayri menkul de vakfetmişti. Bu medrese kısa sürede değerli ilim ve devlet adamları yetiştirdi. Orhan Gazi'nin Adapazarı, Kandıra ve Bursa'da inşa ettirerek vakfettiği cami, medrese, zaviye, imaret, aşevi, misafirhaneler ilk Osmanlı vakıfları olarak anılmaktadır.

Yıldırım Bayezid zamanında da şahıslar tarafından kurulan vakıflar ise "müfettiş-i ahkam-ı şeriyye" tayin edilerek teftiş ettiriliyordu. Özel şahıslar tarafından kurulan vakıflar mütevelliler tarafından yönetilmiş, kadılar vasıtası ile de teftiş edilmişlerdir. Her kadı kendi bölgesindeki vakıfları, emrindeki müfettişlere, teftiş ettirir. Bazen de bizzat kendisinin teftiş ettiği görülürdü. Payitaht (İstanbul) kadısı ise bütün vakıfları teftişle yetkili idi.

Osmanlılarda 1826'da kurulan Evkaf Nezaretinden önce vakıflar, vâkıfların şartlarına göre idare ediliyor, bunlar ayrı nezaretlerce murakabe ediliyorlardı.

1924 yılında çıkarılan 429 sayılı kanunla Evkaf Nezareti kaldırılıp, Başbakanlığa bağlı bir Genel Müdürlüğe havale edildi. Bundan sonra vakıflar tarihteki yerini ve fonksiyonunu yavaş yavaş kaybet-meye başladı.

VAKIF VE DEVLET

Osmanlılar döneminde devlet, vatandaşın canını, malını korumak, asayişi sağlamak, sınırları korumak devlet düzenini sağlamakla mükellefti. Günümüz modern devlet anlayışında devlet görevlerinden sayılan eğitim, sağlık, bayındırlık, diyanet, sosyal yardım hizmetleri Osmanlı’da devlet görevleri arasında sayılmıyor, bütün bu hizmetler şahısların kurduğu vakıflar tarafından yürütülüyordu. Vakıflara bu işleri yürütmek için de zengin akarlar bağlanıyordu. Osmanlı’da devlet anlayışı “Devlet-i Ebed Müddet” şeklinde olduğu için vakıflara da ebedilik şartı konmuş, devlet yetkilileri de vakfın hizmetinin devam edebilmesi için her türlü gayreti sarfetmişlerdir.

Vakıfların bu karşılıksız yardıma yönelik hizmetleri toplumun psiko-sosyal yapısı üzerinde devletin lehine olumlu etkiler yapmıştır. XVIII. yüzyılın sonlarında vakıf gelirlerinin tüm devlet gelirlerinin hemen hemen yarısı olduğu göz önüne alınırsa, geleneksel kültürümüzde Osmanlı yönetiminin halka yaklaşışının neden “Devlet Baba” olarak yorumlandığı daha açık anlaşılır. Osmanlının ortadan kaldırılması ile dahi silinemeyen bu devlet anlayışını halka zulmedenlerin hâlâ tepe tepe kullanmalarının hikmeti işte bu devlet anlayışında yatmaktadır. Halk kendisine ne kadar haksızlık yapılsa, zulmedilse dahi “devlet kutsaldır, devlet babadır, devlet evlatlarının kötülüğünü istemez, mutlaka bir bildiği vardır." gibi yönetici hatasından kaynaklanan bütün yanlışlıkları sineye çeker. Kimseyi hesaba çekmez. Gösteri ve benzeri yollarla hakkını arayanlara da iyi gözle bakmaz.

VAKIF VE SOSYAL HAYAT

Vakıflar yalnız ibadet, eğitim, sağlık ve ulaşım gibi toplumsal temel ihtiyaçları konu almaz. Genelden özele doğru insanların toplum hayatı içinde yolculara yardım etmek, esirleri azad etmek, mektep çocuklarının gezdirilmeleri, fakir kızlara çeyiz temini, hayvanlar için çayır; sel, yangın, deprem, hastalık, fakirlik, borçluluk gibi zaruretlerin giderilmesi, acizlerin doyurulup giydirilmesi, tedavi ettirilmesi iş yapacaklarla sermaye bulunması, borçtan mahkum olmuşların borcunun ödenmesi için “avarız vakıfları” kurulmuştur. Bizzat padişah veya saray mensupları tarafından kurulup yönetilen vakıflara ise “Mazbut vakıflar” bir diğer ismi ile “Selâtin Vakıfları” denmiştir. Osmanlı hanedanının son temsilcileri de ülke dışına çıkarılması ile sahipsiz kalan “Selâtin Vakıfları” vakıf bedduasından haberi olmayan, ahiret hayatını unutmuş bedbahtlar tarafından talan edilmişlerdir.

Osmanlıda genelde şehirler, vakıf bir külliyenin, mahalleler vakıf camilerin, hamam, çeşme ve benzeri yapıların etrafında kurulmuştur. Bu şekilde yapılan yüzlerce eser Rumeli’de şehirlerin İslâmî vecheye bürünmelerini sağlamıştır. Osmanlı bir iskan ve kolonizasyon metodu olarak vakıflardan faydalanmıştır. Mesela Lale Devri’nin meşhur sadrazamı Damat İbrahimpaşa doğduğu köy olan Muşkara’yı geliştirmek ve büyütmek için pek çok eser yaptırdı. Muşkara bu eserler vasıtası ile verilen hizmetle kısa zamanda büyüdü ve gelişti. Zamanın gelişmiş şehri olan Muşkara’ya “Yeni Şehir” anlamına Nevşehir adı verildi. Nevşehir, vakıfların Türk şehir hayatında oynadığı rol için güzel bir örnektir.

Şehirlerimiz 1856 yılına kadar belediye teşkilatından mahrumdu. Vakfiyeler incelendiğinde, bu tarihten önce su, ulaşım, aydınlatma, temizlik, asayiş gibi belediye hizmetlerinin hep vakıflar tarafından gerçekleştirildiği görülür.

Su kanalları, su kemerleri, maksemeler, çeşmeler, sebiller, kuyular, hamamlar tamamen vakıf kuruluşlardı. Fakirlerin parasız yıkandıkları hamamlar mevcuttu. Sebillerde buzlu su, hatta şerbet dağıtılırdı. Yol, kaldırım ve köprü yapımını vakıflar sağlıyordu. Bazı hayır sahipleri kurdukları vakıflarla "kandilciler" tutuyor, yine vakıf geliri ile kandil ve yağ alarak sokakları aydınlatıyorlardı. Sokakların temizlenmesi ve umumî helâlar için vakıflar kurulmuştu. Bekçi ücretleri vakıflardan ödeniyordu. Vakıf hastahanelerde her din ve ırktan insan tedavi ediliyor, gerekirse ücretsiz ilaç veriliyor, doktor temin ediliyordu. İmaretlerde yoksullara, yolcu ve misafirlere her gün bir veya iki öğün yemek yediriliyordu. d'Ohsson'a göre İstanbul imaretlerinde her gün parasız yemek yiyenlerin sayısı 30 bin idi. Böylece vakıflar bir yandan binlerce görevliye maaş ödüyor, öte yandan yüzbinlerce insana hizmet götürüyordu. Böylece vakıflar yolu ile gelir dağılımındaki dengesizlikler asgariye indirilirken, yine aynı sebebe bağlı olarak ortaya çıkabilecek sosyal patlamaların da önü alınmış oluyordu.

Vakıfların ülke ticaretine ve ekonomik hayatın gelişmesine de olumlu etkileri olmuştu. Hemen bütün şehirlerde vakıf ticaret hanları vardı. Şehirler arası yollar, önemli stratejik mevkilere kervansaraylar yaptırılarak sürekli işler halde tutulmuş, böylece yolcu ve tacirlere yol güvenliği ve konaklama imkânı sağlanmıştı. Kervansarayların vakfiyelerinden buralara yerli-yabancı, hür-köle, erkek-kadın, müslim-gayr-i müslim herkesin kabul edildiğini yolcuların gıda, ilaç hatta ayakkabı ihtiyaçlarının karşılandığı ve hayvanlarına da bakıldığını öğrenmekteyiz. Ücretsiz hizmet sunan kervansaraylar vakfedenlerin bıraktığı gelirle bu fonksiyonlarını yüz yıllar boyu sürdürmüşlerdir.

Ayrıca vakıflar büyük sanat eserlerinin, hat, taş, ağaç, maden işçiliği, tezhip, çini, kitap, cilt, ebru gibi sanat dallarının gelişmesine, şaheserler verilmesine katkıda bulunmuşlardır. Vakfiyelerin dil, kültür, tarih, hukuk, iktisat tarihi, sosyoloji, hatta folklar açısından taşıdığı önem ise ayrıca hatırlanması gereken bir konudur.

Selimiye Camii


İmparatorluğun
Edirne'ye hediyesi:
Selimiye'nin Yapım Süreci

Selimiye Camii’nin inşasına başlandığı tarih kesin olarak bilinmemektedir. Ancak Selimiye Camii kapısı üzerinde bulunan cami kitabesinde, inşaasına 1568 (H.976) yılında başlandığı kaydedilmiştir.

Cami inşaatının başlangıç döneminde Edirne kadısına Divan’dan gönderilen 20 Haziran 1568 tarihli emirde, camii inşaatı nedeniyle fiyatları arttıran kereste tüccarlarının, fiyatlarını kontrol etmesi istenilmiştir. Bu belge ile birlikte Selimiye Camii’nin, 20 Haziran 1568 tarihinden sonraki yaz aylarından birinde temel kazısının başlamış olabileceği düşünülebilir.

Dayezade Mustafa Efendinin Risale-i Selimiye adlı eserinde, Sultan Selim, Hicri 976 senesinin Sefer ayının 27. Günü (21 Ağustos 1568) caminin yapımını Mimar Sinan’a havale ettiği ve yerinin seçilmesini emrettiği kaydedilmiştir.

























Selimiye Camii yapı malzemeleri

Selimiye Camii’nin yapı malzemeleri Edirne ve civarından sağlanmıştır. Camiye malzeme sağlamakla görevli hassa emini Halil'in verdiği bilgilere dayanılarak, Enez'de bazı direklerin ve Fere'deki bir renkli taş ocağı ürünlerinin gönderilmesi için Divan'dan, ilgili kadılıklara emirler gönderilmiştir. Bütün bu çalışmaların 1568 sonbaharında da sürdüğü bu belgelerden anlaşılmaktadır.




Selimiye’nin inşası esnasında
II. Selim’in istekleri

Mimar Sinan’a 12 Ağustos 1572 tarihinde gönderilen bir emir ile II. Selim taleplerini şöyle sıralamaktadır.

“ Mimar Başına emir. Gönderdiğin mektupta binanın inşaat durumunu anlatarak ana kemerlerin dördünün kilitlenip dördünün de kilitlenmek üzere olduğunu bildirmişsin. Ayrıca şahnişin kubbesinin ve duvarının süslümü yoksa sade mi olması hakkında arzumu öğrenmek istemişsin. Ben pencerelerin hizasına kadar çini ile kaplanmasını ve pencere üstlerine yine çini ile Fatiha suresinin yazılmasını istiyorum. Bu dediklerimi uygun gördüğün şekilde yaptır.”

Bu emir, Sinan’ın camiinin yapımı esnasında padişahında isteklerini yerine getirirken, kendi özgür iradesinde serbest olduğunu anlatması bakımından önemlidir.

Evliya Çelebi notlarında, Koca Sinan'ın kendi deyişiyle belirttiği tarih 1568 (H.976) bize caminin temelinin atıldığı zaman konusunda bilgi verirken, dört sene süren inşaat sonunda duvarlarının bir kısmının inşa edildiğini, hatta duvarlara kaplanacak zarif çini yazıların konulmasına başlanmak sırası geldiğini de belirtir.




Çoğunluğu Marmara mermeri olan malzeme, döşemelerde, sütun ve başlıklarda, sövelerde (Pencere ve kapı açıtlarının iki yanına yerleştirilen taş veya ağaç dikme), mihrap ve minberde, şebekelerde, korkuluklarda ve çörtenlerde ( Damların yağmur ve kar sularını bina duvarından uzağa akıtmak için kagir yapılarda taştan yapılan dışarı doğru uzanmış oluk) kullanıldığına göre, cami inşaatı 1572'de kubbe kasnağına kadar yükselmiştir. Bu tarihte, sekiz taşıyıcı ayağı bağlayan kemerlerin inşası bitmiştir ve Sinan, Karahisari halifelerinden Molla Hasan'ın caminin hatlarını yazmasını istemiştir. 1572'de, Kayalar köyünden camiye su getirilmesi istenmektedir.

Sinan'ın cami çevresiyle ilgili olarak istediği izinler, Selimiye yapıldığı sırada çevredeki alanın fazla geniş olmadığını gösterir.

1572 (H.980) tarihinde sekiz ana kemerin dördü kilitlenmiş dördü kilitlenmek üzeredir. Aynı tarihte kubbenin inşaatına sıra gelir. Mimar Sinan'ın fikrince caminin harimindeki şadırvanla dört tarafındaki kapıların ve merdiven sahanlarının mermerden ve sofaların döşemeleri kufeki taşından yapılması uygun görülmüştür. 25 Ağustos 1573 tarihli divan yazısında, padişah ne zaman namaz kılacağını sormaktadır. 1573 Ağustos ayından önce kubbenin koyulmuş olduğu düşünülmektedir.




27 Kasım 1574 Cuma günü camiinin açılması için Divandan emir gelse de 7 Aralık 1574 ‘de Sultan II. Selim vefat ettiği tarihten sonra, 982 hicri senesinin son ayının ilk günü (14 Mart 1575) ibadete açılmıştır. Bazı kaynaklarda Selimiye camiinin yapım süresi boyunca 400 kalfa ve 14000 işçi çalıştığını yazmaktadır.

Evliya Çelebi Selimiye Camii için 27760 kese akçe, bazı kaynaklarda 550.000.000 akçe harcandığından bahsetmektedir. 120 akçenin 1 altın para olduğu düşünülürse, camii 4.580.000 altın paraya mâl olduğu söylenebilir.

Tanzimat Fermanı Nedir ?

3 Kasım 1839'da okunan Tanzimat Fermanı, Türk tarihinde demokratikleşmenin somut ilk adımıdır. Aslen II. Mahmut döneminde planlanmasına rağmen, II. Mahmut'un ölümünün ardından oğlu Abdülmecit döneminde dışişleri bakanı Mustafa Reşit Paşa tarafından okunmuştur. (Gülhane Parkı'nda okunması nedeniyle) Gülhane Hatt-ı Hümayunu veya Tanzimat-ı Hayriye de denir.

Bu fermanla devlet kendisini yenilemesi gerektiğini söylemiştir. Fermanda yer alan başlıca konular:

Tüm vatandaşların can ve mal güvenliğinin sağlanması,
Yargılamada açıklık,
Vergide adalet,
Erkeklere dört yıl mecburi askerlik,
Rüşvetin ortadan kaldırılması olmuştur.
Bu ferman sayesinde padişahların yetkileri meclislere ya da kişilere devredilmiştir. Buradaki amaç, iktidarı saraydan alıp bürokrasiye vermek ve devlet yönetiminde merkezileşmeyi sağlamaktı. Fermanda verilen bütün sözlerin tamamen yerine getirilememesine rağmen bu çabalar, çağdaşlaşmaya ve cumhuriyet fikrine önayak olmuştur.
Tanzimat Fermanı'nın okunmasından I. Meşrutiyet'in ilanına kadar geçen dönem, Osmanlı tarihinde Tanzimat Dönemi olarak anılır.
Kaynak




--------------------------------------------------------------------------------

Anlatımı
Batılı devletlerin siyasi – idari alandaki tavsiye ve taleplerinin amacı imparatorluğun bütün uyrukları arasında tam bir eşitliğin sağlanması yönündedir. Gerek Mısır sorunu, gerekse imparatorlukta yaşayan Ortodoksların mağduriyetini ileri sürerek nüfuzunu artırmaya çalışan Rusya’yı engelleyebilme amaçlarıyla, İngiltere ve diğer Batılı devlet taleplerine oldukça sıcak bakılmıştır. Bu alanda özellikle Hıristiyan unsurların korunması yönünde gelişmelere tanık olunmaktadır. 1839 tarihli Gülhane Hatt-ı Hümayunu ve 1856 tarihli Islahat Fermanı başta olmak üzere Tanzimat Dönemi uygulamaları bir açıdan, bu bağlamda ortaya çıkmışlardır.[1] II.Mahmut uyruklar arasında eşitliğin sağlanmasında zarardan çok yarar görmekteydi. Bu yolla Batılıların hem ‘’civilisation’’(uygarlık)larına girme hem de Avrupa devletleri genel hukukuna bağlanma isteklerine olumlu cevap vermiş sayılacağını hesaba katıyordu.[2]



Mustafa Reşit Paşa, II.Mahmut öldüğünde İngiltere’de bulunuyordu. Abdülmecit tahta çıktığında İstanbul’a gelerek Tanzimat hazırlıklarına başladı. “Abdülmecit’in Dışişleri Bakanı Mustafa Reşit Paşa, Batı uygarlığına hayran bir devlet adamıydı. Elçilik yaptığı Paris ve Londra’da bu ülkelerin yönetim sistemlerini inceleyip yakından tanıma imkanı bulmuştu. Mustafa Reşit Paşa, devlet yönetiminin her din ve mezhepten tebaa’nın hak ve hürriyetlerini güvenceye alacak ve kanun hakimiyetini tesis edecek şekilde yeniden düzenlenmesini istiyordu. Bu düzenlemeleri öngören bir ferman yayınlaması halinde, Batılı ülkelerin Hıristiyan tebaanın haklarını bahane ederek, Osmanlı’nın içişlerine karışmayacağına, düzenin yeniden sağlanacağına ve böylece çöküşün durdurulacağına inanıyordu”[3].



Reşit Paşa, fikirlerini Sultan Abdülmecit’e açarak, ıslahatın gerekliliğini anlattı. “Abdülmecit de, M. Reşit Paşa’nın fikirlerini kabul etti. Fermanın hazırlanmasını M. Reşit Paşaya bıraktı. Bu görevi üzerine alan M. Reşit Paşa, geceli gündüzlü çalışarak, kendi kalemi ile bir ferman sureti hazırladı, Abdülmecit’e okudu. Fermanı beğenen Padişah, temize çektirip imza etti. Padişahın imzasını taşıyan tebliğ ve emirlere “Hatt-ı Hümayun” denildiği için bu ıslahat projesine de “Hatt-ı Hümayun” denildi. Gülhane Parkı’nda okunduğu için de “Gülhane Hatt-ı Hümayun” denildi”[4].



Şekli bakımından ferman niteliğinde olan Gülhane Hatt-ı Hümayunu, o dönemin bozuklularının nedenlerini sayarak işe başlamakta ve devamında temel amacın mülk ve milleti ihya etmek olduğunu bildirmektedir. Devlet idaresinde yeni bir düzene gidileceğini göstermekte ve padişahın sınırsız hakimiyetini sınırlamaktadır. Padişah’ın Tek yanlı iradesinin ürünü olan bu belge, bizzat kendisinin kanunlara uyacağını taahhüt etmektedir. Eşitlik sorunu da önemli bir konu olarak ele alınmakta ve din, dil, mezhep farkı olmaksızın herkesin yasalar önünde eşit olduğu beyan edilmektedir. Belgede ifade edilenlerin güvencesi ise, padişahın bu esaslara uyacağını bildirip yemin etmesinden ibarettir. Ayrı bir teminat ve denetim müessesesi öngörülmemiştir.[5] Padişah, Ferman’ın sonuna doğru bu esasların bütün ülke halkı için ilan edildiğini belirtmiş ve bu gelişmenin yabancı elçiliklere de duyurulmasını istemiştir.[6]





[1] Suna Kili, Türk anayasaları, Tekin Yayınevi, İstanbul, 1982 s.69.

[2] E.Z.Karal, ‘’Gülhane Hatt-ı Hümayununda Batının Etkisi’’, Belleten, C.XXVIII, Sayı 112 (Ekim 1964), s.594.

[3]Şükrü Karatepe, “Tanzimat Reformları ve Çelişkileri”, Türkler Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2002, s.722.

[4]Tahsin Ünal, Türk Siyasi Tarihi, Emel Yayınları 5. Baskı, Ankara, 1978, s.235.

[5] Teoman Ergül, Anayasal Düzenimizin Geçirdiği Aşamalar, Olgaç Basımevi, Ankara, 1981, s.117.

[6] GHH metni: Feridun Server, Anayasalar ve

Harem Nedir?

Harem lûgatte korunan, mukaddes ve muhterem yer anlamına gelir. Ev, konak ve saraylarda genellikle iç avluya bakacak bir şekilde planlanan, kadınların yabancı erkeklerle karşılaşmadan rahatça günlük hayatlarını sürdürdükleri kısımdır. Burada yaşayan kadınlara da harem deniyor olması, İslamiyet'in bu bölümlere, özellikle hane kadınlarıyla belirli bir kan bağı dışında kalan erkeklerin (nâmahrem) girişini yasaklamasından kaynaklanır.

Osmanlı devlet teşkilâtında harem-i hümâyûn tabiri hem haremi hem de enderunu içine alır. Enderun padişah, saray ve devlet hizmetinde bulunacak erkeklerin, harem ise ikametgâh görevinin yanında kadınların yetiştirilmesi için bir eğitim müessesesidir. Bu bakımdan hareme yüksek dereceli kadınlar akademisi de denilebilir. Burada en alt kademe olan cariyelikten ustalığa kadar bir terfi sistemi bulunmaktadır.

Haremin bu son derece çarpıcı ve ilgi çekici yönü ne yazık ki, hep geri plana itilmiş ve yeterince değerlendirilmemiştir. Buna karşılık harem hayatının gizliliği ve mahremiyeti herkese malum olduğu halde özellikle batılı yazarlar tarafından hiç bilinmeyeni en bilinen kısmıymış gibi harem hakkında anlatılanlar basit ilişkiler üzerine kurulmuştur. Buradaki bilgilerle senaryolanan çeşitli film, roman ve tiyatrolarda da maalesef çok geniş bir teşkilata sahip bulunan haremin asıl fonksiyonu göz ardı edilmiş veya maksatlı olarak unutturulmaya çalışılmıştır.

Oysa son yıllarda harem üzerine yapılan yerli ve yabancı bilim adamlarının yaptıkları çalışmalar Osmanlı sarayının harem bölümünün padişahın evi ikametgâhı olmasının yanısıra dünyada eşi benzeri görülmeyen bir mektep hüviyetinde olduğunu gözler önüne sermektedir.

Harem-i Hümayun hakkında on yıllık yorucu bir mesai sonunda arşiv belgelerine dayalı bir doktora tezi hazırlayan Amerikalı uzman Leslie Peirce "Biz batılılar İslam toplumunda cinselliği saplantı haline getirmek gibi eski ama güçlü bir geleneğim mirasçılarıyız. Harem, müslüman cinsel duyarlılığı üzerine kurulu Batı efsanelerinin kuşkusuz en yaygın simgesidir" dedikten sonra haremin amaç ve teşkilatı hakkında verdiği bilgiler aleyhteki iddialara en güzel cevaptır.

"Hanedan ailesi üyeleri için harem bir ikametgâhtı. Sultan ailesinin hizmetkârları için ise bir eğitim kurumu diye tarif olunabilir. Genç kadınlar sadece padişaha uygun cariyeler ve annesiyle diğer ileri gelen harem kadınlarına nedimler sağlamak amacıyla değil, aynı zamanda askerî/idarî hiyerarşinin tepesine yakın erkekler için uygun eş sağlama amacıyla eğitilirlerdi. Enderun, saray içinde padişaha kişisel hizmet yoluyla erkekleri nasıl saray dışında hanedana hizmet hazırlıyorsa, harem de kadınları padişah ve annesine kişisel hizmet yoluyla dış dünyadaki rollerini almaya hazırlıyordu.

Azat edilerek enderun mezunları veya diğer görevlilerle evlendirilen bu kadınların payına da kocalarının oluşturduğu erkek hanelerini (selamlık) tamamlayan haremler oluşturmak düşerdi.

Sultan hanesinin kurduğu teşkilat ve eğitim kalıbı bu köle evlilikleri vasıtasıyla çoğaltılarak Osmanlı yönetici sınıfının sosyal ve politik temelini oluşturuyordu. Saray eğitim sisteminin -hem erkek hem de kadınlar için- ana hedeflerinden biri hükümran hanedana sadakatin aşılanmasıydı. İmparatorluk elitini sarmalayan bağları erkekler kadar kadınlar da sürdüğü için elitin sadakatinin odağında sadece padişahın kendisi değil, aynı zamanda sultan hanesinin kadınları, yani bir bütün olarak haneden ailesi vardı."

Yine 17. yüzyıl bazı batılı yazarlardan haremin gizliliğinin yaznısıra harem hakkında konuşamların da fanteziler üretmekten başka bir şey yapmadıklarını gözlemlemek mümkündür.

"Sarayın, ikinci avluya girmelerine izin verilen yabancıların gidebildiği kadarını gördüm... İçeriyi görmedim. Ama hükümdarlarına karşı huşu duyduklarını gösteren şahane bir sessizlik ve saygı içindeki sonsuz bir görevliler ve hizmetkârlar kalabalığı ile karşılaştım." (Henry Blunt, A Voyage into the Levant, 1638).

"Kadınlar dairesine ilişkin bir bölümü buraya, okuyucuya bu daireyi iyi bilmenin imkânsızlığını anlatabilmek için dahil ediyorum... Buraya erkeklerin girmesi yasaktır ve bu yasak Hristiyan manastırındakinden çok daha büyük bir dikkatle uygulanır...

Sultanın aşk hayatının niteliği gizli tutulur. Bunun üzerine konuşmayacağım ve bu konu hakkında hiç bir bilgi edinemedim. Bu konuda fantezi kurmak kolay ama doğru bir şeyler söylemek alabildiğine güçtür." (Jean-Baptiste Tavernier Nottvelle Relation de l'interieur du serrail de Grand Seigneur, 1675).

"Kardeşim, Osmanlı imparatorlarının sarayı konusundaki merakını herkesten kolay giderebilirim. Çünkü yirmi yıldan fazla bir süredir bu sarayın içine kapalı kalmış biri olarak güzelliklerini, yaşam tarzını, disiplinini gözlemleme zamanım oldu. Çeşitli yabancı gezginlerin bir kısmı dilimize de çevrilmiş olan bir çok fantastik tasvirine inanılacak olursa b sarayın büyülü bir yer olmadığını hayal etmemek güçtür... Fakat sarayın asıl güzelliği içinde gözlenen düzende ve burada yaşayan güçlü kişilerin hizmetine bakacak olanların eğitiminde yatar." (François Petis de la Croix, Ett General de l'Empire Ottoman, 1695).

YENİÇERİ OCAĞI



1324 yılında kurulan Yeniçeri Ocağı 1658 yılından itibaren tüm önemini kaybetmiş ve bir ayaklanma yuvası haline gelmişti. Sürekli ayaklanan Yeniçeriler istemedikleri padişahları ve devlet adamlarını indiriyor, hatta öldürüyorlardı.

Askerlere yakışmayan davranışlar içine giren sarhoş Yeniçeriler, zaman zaman halkın canına ve malına zarar vermeye başlamıştır. Bu nedenle de halkın nefretini kazanmışlardı. O dönemlerde çok değer verilen ilmiye sınıfına yaptıkları hakaretler, halk ile ilmiye sınıfının, Yeniçerilere karşı, cephe almalarına sebep olmuştu.

Sultan II. Mahmud Yeniçeri ocağına karşı birtakım tedbirler almaya başladı. Yeniçerilerin, Avrupa orduları gibi eğitilmeleri gerektiğini düşünüyordu, bu amaçla "eşkinci" adlı yeni bir askeri örgüt kurulmasını emretti. Bu yeni eğitimi istemeyen Yeniçeriler, At meydanında toplanarak gösteri yaparak ayaklandılar. Babıali’ye saldırarak altı bin kese para aldılar.

Sadrazam Selim Paşa, vezirleri, din adamlarını, humbaracı, lağımcı, topçu ve donanma mürettebatını topladı; sancağı çıkartarak ocakla savaşılacağını bildirdi. Devlet memurları İstanbul sokaklarında dolaşarak halkı sancak altında toplamaya başladı. Bunun üzerine Yeniçeri tellaları, ocakseverleri ayaklanmaları için uyardı. Hazırlıklarını tamamlayan sadrazam, Sultan Ahmed Camii’ni karargah yaparak halka silah dağıttı. Beyazıt ve Divanyolu’nu tutan yeniçeriler, çarpışma başlayınca At meydanına çekildiler ve kapıyı kapattılar. Sadrazam Selim Paşa meydan kışlasını çevirerek top ateşine tutturdu. Ateş sonucunda meydan kapısının bir kanadı kırıldı. Kapının öbür kanadını da kıran halk Yeniçerilerin üzerine saldırdı. Yeniçeriler kışla ve tekkeye sığındılar. Top ateşi sonrasında kışla birkaç saatte, içindeki yeniçerilerle birlikte yakılıp yıkıldı.

Ele geçirilen elebaşları sadrazam tarafından yargılanarak boğduruldu ve cesetleri Sultanahmed Meydanı’ndaki Çınaraltı’na gömüldü. bu olayların sonucunda 6.000 kişi öldürüldü, 20.000 kişi de sürgüne gönderildi. II. Mahmud daha sonra Yeniçeri Ocağı’nın kaldırıldığını, bir fermanla halka bildirdi.
Yeniçeri Ocağı


[23.06.2003] [Bilgiler]

Sultan Murad-ı Hüdavendigâr'ın zamanından itibaren, Osmanlı Devleti'nin feth ettiği topraklarda yaşayan Hıristiyan ailelerinden, 7-10 yaşlarında çocuklar seçilmeye başlandı. Ocak teşkilâtı kısa sürede mükemmel bir şekilde sistemleştirildi. Devşirme kanunu çıkarıldı. Devşirme memurları, 40 hanede bir oğlan hesabı üzere, yeniçeri namzedi çocukları seçerlerdi. Bu seçimde şunlar alınmazdı:

* Anası-babası ölmüşse; terbiyesi noksan olacağından,
* Köy sığırtmacının oğlu; aç gözlü ve ahlâksız olabilirdi,
* Tek oğlu olanın çocuğu; şımarık olacağından,
* Kel, fodul ve köse olanlar; alay edilebilir diye,
* Sanat sahibi olanlar; zahmete alışamaz endişesiyle,
* Türkçe bilenler; açılmış ve söz dinlemez düşüncesiyle,
* Çok uzun olanlar; ahmak olabilir endişesiyle,
* Kısa olanlar; fitne çıkarabilirler düşüncesiyle.

Asil, soylu, sıhhatli, gürbüz ve mütenasip vücutlu çocuklar devşirilirlerdi. Bunlar, guruplar halinde hükümet merkezine sevk olunurlardı. Derhal sünnet edilirler, 2-3 gün istirahatten sonra kelime-i şehâdet getirip Müslüman olurlardı.

Yeniçeri Ağası'nın teftişinden geçen çocukların yakışıklı olanları saray ve en gürbüzleri Bostancı ocağı için ayrılır, diğerleri Anadolu ve Rumeli'deki aileler yanına geçici bir süre için bırakılırlardı. Burada bir taraftan ziraâtle uğraşarak üretime katkıda bulunur, bir yandan da Türkçe'yi, Türk-İslâm âdet ve geleneklerini öğrenirlerdi. 3-5 yıl sonra merkeze getirilirlerdi. Acemi ocağı kışlasında 7-8 sene eğitim ve tâlim gören ve çeşitli yerlerde çalışan neferler ilimce yetişip vücutça gelişirlerdi. Zamanı geldiğinde yeniçeri ocağına kabul edilirlerdi. Artık onlar padişaha itaatten, İslâm'a kuvvet vermekten başka bir şey düşünmezlerdi. Dünyada, piyade birliklerinin ve düzenli orduların ilk numûnesi idiler.Bunlar 1826 yılına kadar 3 kıtaya meydan okudu. Batıda Belgrad'a, Budin'e, Tımeşvar'a, Uyvar'a, Viyana'ya; doğuda Bağdat'a, Revan'a, Tebriz'e, Karabağ'a; kuzeyde Bender'e, Hotin'e, Polonya ovalarına; sonra Sina çöllerine, Rusya bozkırlarına, Şam'a, Haleb'e, Kahire'ye yürüdüler. Bazan 5 ay, bazan 1.5 yıl süren bu akınlar Türk tarihine altın zaferler kazandırdı.

Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu








1949 yılında Adana'nın Kozan kazasında doğdu. 1967'de liseyi, 1971 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Yeniçağ Tarihi Kürsüsü'nden "Fırka-i İslâhiye ve Kozan" isimli lisans tezini hazırlayarak mezun oldu. 1974 yılında aynı üniversitede Yeniçağ Tarihi Kürsüsü'nde asistan, 1978 yılında "XVIII. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nda İskân Siyâseti" konulu doktora tezi ile doktor oldu. 1982'de Yardımcı Doçent, Nisan 1983'te de "Osmanlı İmparatorluğu'nda Menzil Teşkilâtı ve Yol Sistemi" isimli doçentlik tezini hazırlayarak doçentliğe yükseldi. 1983-84 öğretim döneminde bir yıl süreyle 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununun 41. maddesi uyarınca Elâzığ Fırat Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü'nde görev yaptı. 1986 yılında Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Sosyal Bilimler Eğitimi Bölümü'ne geçti. 20 Mart 1989'da "XVI. Yüzyılda Sosyal, Ekonomik ve Demografik Bakımdan Balkanlar'da Bazı Osmanlı Şehirleri" konulu takdim tezi ile profesörlüğe yükseldi. Aynı tarihlerde Türk Tarih Kurumu asıl üyesi seçildi.

1989 yılında Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı'na tayin edildi ; 17 Aralık 1990'da da Genel Müdür Yardımcılığına getirildi. Bu sırada, Osmanlı Arşivi'nin otomasyonunu başlattı. Bu görevinden 2 Mart 1992'de istifa etti ve Marmara Üniversitesi'ndeki görevine döndü. 26 Ağustos 1992 tarihinde Rektör yardımcısı oldu. 23 Ekim 1992'de Rektör vekili ve Kasım 1992'de tekrar rektör yardımcılığında bulundu. Bu görevdeyken 21 Eylül 1993'de Türk Tarih Kurumu Başkanlığı'na getirildi.


23 Temmuz 2008 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan kararla, Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, Gazi Üniversitesi’ndeki asli görevine iade edilmek üzere görev süresi uzatılmadı.



BİLİMSEL ÇALIŞMALARI


a) Basılmış Kitaplar
1- Ahmed Cevdet Paşa, Ma‘rûzât, İstanbul 1980, V-XV+270 s., 16 belge, 3 harita.


2- XVIII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nun İskân Siyâseti ve Aşiretlerin Yerleştirilmesi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1988, VII-XX+179 s., 2 harita (İkinci baskı).


3- Osmanlılarda Ulaşım ve Haberleşme (Menziller), PTT Genel Müdürlüğü Yayını, Ankara 2002.


4- Osmanlı Devlet Teşkilâtı ve Sosyal Yapı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1991 (Dördüncü baskı).


5- Başlangıçtan 1774'e Kadar Osmanlı Tarihi, Anadolu Uygarlıkları Ansiklopedisi ( Bir heyetle beraber), İstanbul 1982.


6- 90 Numaralı Mühimme Defteri, İstanbul 1994 (Bir heyetle beraber).


7- Türk Tarihinde Ermeniler, Ankara 2001 (Prof.Dr. A. Süslü, Prof.Dr. F.Kırzıoğlu, Prof.Dr. R.Yinanç ile beraber).


8- Ermeni Tehciri ve Gerçekler, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2001.


9- Facts On The Relocation of Armenians. 1914-1918, Ankara 2002.


10- Ermeniler: Sürgün ve Göç, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2004.


b) Makaleler :


1- "Midhat Paşa'nın Necid ve havalisi ile ilgili birkaç lâyihası", Tarih Enstitüsü Dergisi, Sayı 3 (İstanbul 1973), s. 149-176.


2- "Fırka-i İslâhiye ve Yapmış olduğu iskân", Tarih Dergisi, Sayı 27 (İstanbul 1973), s. 1-20.


3- "Teselya Yenişehri ve Türk eserleri hakkında bir araştırma", Güney-doğu Avrupa Araştırmaları Dergisi, Sayı 2-3 (İstanbul 1974), s. 89-100.


4- "Bombay şehbenderi Hüseyin Hasib'in 1876 tarihli bir mektubu", Türk Kültürü Dergisi, Sayı 136-138 (Ankara 1974), s. 259-265.


5- "Batı Trakya Türk Basınından seçmeler", Türk Kültürü Dergisi, Sayı 159 (Ankara 1976), s. 29-37.


6- "Şer‘iyye Sicilleri'nin Toplu Kataloğuna Doğru, Adana Şer‘iyye Sicilleri", Tarih Dergisi, Sayı 30 (İstanbul 1976), s. 99-108.


7- "Greec Policy and the Ottoman State, 1885-1918", Dış Politika (Foreign Policy) Dergisi, V/1-2 (Ankara 1977), s. 47-57 (Aynı makale "Yunanistan'ın Osmanlı Devleti'ne karşı takip ettiği siyaset (1885-1918)" adı altında Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, Sayı 6 (İstanbul 1980), s. 14-25'de Türkçe olarak da yayınlanmıştır).


8- "Tapu-Tahrir Defterlerine göre XVI. Yüzyılın ilk yarısında Sis (=Kozan) Sancağı", Tarih Dergisi, Sayı 32 (İstanbul 1979), s. 819-892+1041-1046.


9- XVIII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nun iskân siyâsetinde Derbendlerin yeri", Millî Eğitim ve Kültür, Sayı 6 (Ankara 1980), s. 95-102.


10- "Osmanlı İmparatorluğu'nda Menzil Teşkilâtı hakkında bazı mülâhazalar", Osmanlı Araştırmaları (The Journal of Ottoman Studies), Sayı II, İstanbul 1981, s. 123-132.


11- "Ahîlik ve Adana Esnaf Teşkilâtı", Türk Kültürü ve Ahîlik, İstanbul 1986, s. 197-201.


12- "Kendi Kaleminden Ahmed Cevdet Paşa", Ahmed Cevdet Paşa Semineri Bildirileri, İstanbul 1986, s. 1-6.


13- "Ma‘rûzât ve Tezâkir'de Mustafa Reşid Paşa ve Tanzimat Erkânı", Mustafa Reşid Paşa ve Dönemi Semineri, Bildiriler, Ankara 1987, s. 25-29.


14- "Binbaşı İsmail Hakkı Bey'in Kaşgar'a dâir eseri", Tarih Enstitüsü Dergisi, Sayı 13 (İstanbul 1987), s. 521-549.


15- "Hatay ve Yöresinde Türk Aşiretlerinin Yerleştirilmesi", Türk Kültürü Dergisi, Sayı 296 (Ankara 1987), s. 11-14.


16- "XVII ve XVIII. Yüzyıllarda Gaziantep ve Yöresindeki Türk Aşiretlerinin Yerleştirilmesi", Türk Kültürü Araştırmaları Dergisi, Erol Güngör'e Armağan, Ankara 1988, s. 109-112.


17- "Abbas Ağa",Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul 1988, I, 20-21.


18- "Abdülkerîm-i Keşmîrî", DİA, I, İstanbul 1988, s. 252-253.


19- "Adana", DİA, I, İstanbul 1988, s. 349-353.


20- "Adıyaman", DİA, I, İstanbul 1988, s. 377-379.


21- "Adile Hatun", DİA, I, İstanbul 1988, s. 382.


22- "Ağrı", DİA, I, İstanbul 1988, s. 479-481.


23- "Tarih Boyunca Kozan", Kozan Yıllığı, İstanbul 1988, s. 3-19.


24- "Osmanlı Devlet Teşkilâtı", Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, İstanbul 1989, s. 312-453.


25- "XVI. Yüzyılda Sosyal, Ekonomik ve Demografik Bakımdan Balkanlar'da Bazı Osmanlı Şehirleri", Belleten, LIII/207-208 (Ankara 1989), s. 637-681.


26- "Ahmed el-Mücahid", DİA, II, İstanbul 1989, s. 109.


27- "Alâeddin Halacî", DİA, II, İstanbul 1989, s. 330.


28- "Turkish settlement in Rumelia (Bulgaria) in the 15 th and 16 th centuries : town and village population", International Journal of Turkish Studies, vol 4/2 (İstanbul 1990), s. 23-40.


29- "Kuruluşundan Günümüze Bulgaristan'da Türk Nüfusu", Sosyal ve İktisat Tarihi Kongresi, Bildiriler, Marmara Üniversitesi, İstanbul 1989.


30- "Tahrir Defterlerine Göre XVI. Yüzyılda Bazı Anadolu Şehirlerinde Demografik Yapı", Yakın Tarihimizde Van Uluslararası Sempozyumu, Bildiriler, Ankara 1990, s. 215-222.


31- "Anadolu, Osmanlı Hakimiyetine geçişi", DİA, III, İstanbul 1991, s. 116-117.


32- "Anadolu, Ulaşım ve Yol Sistemi", DİA, III, İstanbul 1991, s. 127-128.


33- "Arapkir", DİA, III, İstanbul 1991, s. 328-329.


34- "Ardahan", DİA, III, İstanbul 1991, s. 350.


35- "Asir", DİA, III, İstanbul 1991, s. 482-484.


36- "At", DİA, IV, İstanbul 1991, s. 28-31.


37- "Bagras", DİA, IV, İstanbul 1991, s. 450-451.


38- "Bağdad", DİA, IV, İstanbul 1991, s. 433-437.


39- "Kosova Savaşı", I. Kosova Zaferinin 600. Yıldönümü Sempozyumu , 26 Nisan 1989, Ankara 1992, s. 29-33.


40- "Basra", DİA, V, İstanbul 1992, s. 112-114.


41- "Başhalife", DİA, V, İstanbul 1992, s. 130.


42- "Batı Trakya", DİA, V, İstanbul 1992, s. 144-147.


43- "Bayram Paşa", DİA, V, İstanbul 1992, s. 266-267.


44- "Belen", DİA, V, İstanbul 1992, s. 403-404.


45- "Bulgaristan", DİA, VI, İstanbul 1992, s. 396-399.


46- "Cebel-i Bereket", DİA, VII, İstanbul 1993, s. 185-186.


47- "Cerrah Mehmed Paşa", DİA, VII, İstanbul 1993, s. 415.


48- "Cevdet Paşa", DİA, VII, İstanbul 1993, s. 443-450.


49- "Cisr-i Mustafa Paşa", DİA, VII, İstanbul 1993, s. 33-34.


50- "Cürm ü Cinayet", DİA, VII, İstanbul 1993, s. 138-139.


51- "Çirmen", DİA, VII, İstanbul 1993, s. 341-342.


52- "Les récents développements Archivistiques en Turquie et les archives Ottomanes", Les Villes Arabes, La Demographie Historique et la Mer Rouge a l'Epoque Ottoman, Actes du le Symposium İnternational d'Etudes Ottomanes, Tunus-Zaghouan 1994, s. 67-72.


53- "Klâsik Dönemde Osmanlılarda Haberleşme ve Yol Sistemi", Çağını Yakalayan Osmanlı, Osmanlı Devleti'nde Modern Haberleşme ve Ulaştırma Teknikleri, İstanbul 1995, s. 13-21.


54- "Fatih Devri'nde Osmanlı Devleti'nde Sosyal Hayat", İstanbul Armağanı, Fetih ve Fatih, İstanbul 1995, s. 91-103.


55- "Osmanlı Belgelerine Göre Türk-Etrâk, Kürd-Ekrâd Kelimeleri Üzerine Bir Değerlendirme", Belleten, LX/227 (Ankara 1996), 139-146 (26 Belge ile birlikte) ; Aynı makale ingilizcesi : "The Evaluation of the Words Türk-Etrâk, Kürd-Ekrad as the Appear in the Ottoman Documents", Belleten, LX/227 (Ankara 1996), 147-154.


56- "Osmanlılarda Nevruz Kutlamaları", Nevruz ve Renkler, Türk Dünyasında Nevruz İkinci Bilgi şöleni Bildirileri (Ankara, 19-21 Mart 1996), Ankara 1996, s. 183-188.


57- "Sosyal ve Kültürel Yapılanma Açısından Alınması Düşünülen Tedbirler", Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da Terör Sorununun Milli Güç Unsurları Açısından İncelenmesi ve Alınması Gereken Tedbirler Sempozyumu Bildirileri (İstanbul, 14-16 Mayıs 1997), İstanbul 1997, s. 149-159.


58- "Ahmet Cevdet Paşa ve Ma‘rûzâtı", Ahmet Cevdet Paşa (1823-1895) Sempozyumu Bildirileri (9-11 Haziran 1995), Ankara 1997, s. 247-251, 253-254, 255, 257-259.


59- Tarih Çevirme Klavuzu, "Sunuş", Ankara 1997, s. VII-VIII.


60- Egede Temel Sorun, Egemenliği Tartışmaları Adalar : "Sunuş", Ankara 1998, s. VII-VIII.


61- "Anadolu İskânında Urfa ve Çevresi", Türk Kültüründe Karakeçililer Uluslararası Bilgi şöleni Bildirileri (Şanlıurfa-3 Haziran 1999), Ankara 1999, s. 21-26.


62- Türk-Rus İlişkilerinde 500 Yıl, 1491-1992, "Sunuş", Ankara 1999, s. V-VI.


63- "Kıbrıs'ın Alınmasından Sonra Ada'ya Yapılan İskânlar ve Kıbrıs Türklerinin Menşei", Rauf Denktaş'a Armağan, Ankara 2000, s. 208-219 (Doç.Dr. M. Âkif Erdoğdu ile beraber).


64- "Adana Tarihçesi", Efsaneden Tarihe, Tarihten Bugüne Adana : Köprübaşı, haz. Erman Artun-M. Sabri Koz, Yapı Kredi Yayını, İstanbul 2000, s. 10-17.


65- "Osmanlı Döneminde Türkiye'nin Nüfus Yapısı ve Aşiretler", Anadolu'da ve Rumeli'de Yörükler ve Türkmenler Sempozyumu Bildirileri (Tarsus-2000), Ankara 2000, s. 137-144.


66- "Kolonizasyon ve Şenlendirme", Osmanlı, Yeni Türkiye Yayınları, Cilt 4 (Ankara 1999), s. 581-586. Aynı yazı, Yeni Türkiye, Sayı 32 (Ankara 2000), s. 630-635.


67- "Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti ve Balkanlar", I. Uluslararası Türkoloji Kongresi Bildirileri (Prizren 12-14 Aralık 1998), Ankara 2001, s. 29-37.


68- "Atatürk ve Tarih", Hava Kuvvetleri Dergisi, Sayı 339 (Ekim 2001), s. 84-89.


69- "Realities Behind the Relacation", The Armenians in the Late Ottoman Period, Edited by Türkkaya Ataöv, Ankara 2001, s. 109-142.


70- "Ermeni Meselesiyle İlgili Birkaç Rus Kaynağı", Yeni Türkiye, Ermeni Sorunu Özel Sayısı, cilt II/37 (Ankara 2001), s. 735-741.


71- "Ermeni Tehciri", Ermeni İddiaları ve Türkiye Sempozyumu Bildirileri, Kocaeli Üniversitesi, Kocaeli 2001, s. 27-48.


72- "Osmanly Türkmen Döwletinde Hökümet we Jemgyyetçilik ulgamlarynyñ kåmilleşmegi we bu kåmilleşmåniñ Türki Halklarynyñ Dünyåsine Tåsiri", Miras, Sayı 3, Aşkabad 2001.


c) Kitap Tanıtımları :


1- Xavier de Planhol, Les fondements géographiques de l'histoire de l'Islam, Paris 1968, Güney-Doğu Avrupa Araştırmaları Dergisi, Sayı 4-5 (İstanbul 1976), s. 347-355.


2- Nasım Zia, Kıbrıs'ın İngiltere'ye geçişi ve Ada'da kurulan İngiliz İdaresi, Ankara 1975, Tarih Dergisi, Sayı 30 (İstanbul 1976), s. 206-207.


d) Kongre, Seminer ve Sempozyum


1- "Kuruluşundan Günümüze Bulgaristan'da Türk Nüfusu", V. Milletlerarası Türkiye Sosyal ve İktisat Tarihi Kongresi, Marmara Üniversitesi, İstanbul 1989.


2- "Osmanlılarda Haberleşme Teşkilâtı", Marmara Üniversitesi-Türk Tarih Kurumu seri konferansları, Ocak 1989.


3- "Bulgaristan'da Türk Nüfusu", Bulgaristan'da Türk Varlığı Sempozyumu, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Merkezi, 22 Haziran 1989.


4- "Batı Trakya Türkleri", Marmara Üniversitesi-Türk Tarih Kurumu seri Konferansları, Aralık 1991.


5- "Osmanlı Döneminde Kıbrıs'ta İskân Politikası", Kıbrıs'ın Dünü-Bugünü Uluslararası Sempozyumu, Kıbrıs, 28 Ekim-1 Kasım 1991.


6- "Osmanlı Arşivi'nin Ukrayna ve Dünya Tarihi Açısından Önemi", Osmanlı İmparatorluğu ve Ukrayna Kongresi, Kiev, 20-26 Ekim 1991.


7- "Les Recent Developpements Archivistiques en Turquie et Les Archives Ottoman" (Türk Arşivciliğinde son gelişmeler ve Osmanlı Arşivi), V. Osmanlı Çalışmaları Sempozyumu, Centr d'Etudes et de Recherches Ottoman, Morisques, de Documentation et d'Infomation (CEROMDI), Tunis-Zaghouan, 25-29 şubat 1992.


8- "Osmanlı İdaresinde Yemen ve Osmanlı Arşivi", San'a-Yemen, 8 Ocak 1992 (Arşivlerarası işbirliği için özel davette San'a Üniversitesi'nde Konferans).


9- "Cevdet Paşa", Türk Tarih Kurumu Konferansları, Ankara, 13 Nisan 1995.


10- "Kanuni Döneminde Osmanlı Devleti'ne Genel Bir Bakış", Kanuni Sultan Süleyman'ın Doğumunun 500. Yıl Paneli, Trabzon, 26-28 Nisan 1995.


11- "Osmanlı Belgelerine Göre Türk-Etrâk, Kürd-Ekrâd Kelimeleri Üzerine Bir Değerlendirme", VII. Uluslararası Osmanlı İmparatorluğu'nun Sosyal ve Ekonomik Yapısı Sempozyumu, Almanya/Haidelberg, 24-30 Nisan 1995.


12- "Osmanlı Kaynaklarında Nahçıvan", Uluslararası Kaynaklarda Nahçıvan Sempozyumu, Nahçıvan, 10-14 Temmuz 1996.


13- "Otlukbeli Savaşı'nın Türk Tarihindeki Yeri", Otlukbeli Savaşı'nın Yeri ve Önemi Sempozyumu, Erzincan, 11-12 Ağustos 1996.


14- "Osmanlı Döneminde Kıbrıs'ta İskân Politikası", XII. Osmanlı Öncesi ve Osmanlı Araştırmaları Komitesi Sempozyumu, Çek Cumhuriyeti/Prag, 9-13 Eylül 1996.


15- "Türk Tarih Kurumu ve Balkan Araştırmaları", Tarihte ve Güney-Doğu Avrupa : Balkanolojinin Dünü, Bugünü ve Sorunları Uuslararası Sempozyumu, Ankara, 13-14 Kasım 1996.


16- "Türk tarihinin meseleleri ve Türk Tarih Kurumu", Türk Tarihinin Meseleleri Sempozyumu, Kazakistan/Türkistan, 20-28 Mayıs 1997.


181817- "Osmanlı Devleti'nin Doğu Politikası ve Şah İsmail", Şah İsmail ve Onun Devri Uluslararası Konferansı, Azerbaycan/Bakü, 22-27 Eylül 1997.


18- "Osmanlı Döneminde Buhara Hanlığı ve Buhara Elçileri", İnsanlığın Üçbin Yıllık Bilimsel ve Kültürel Mirası Uluslararası Sempozyumu, Özbekistan/Hive, 18-20 Ekim 1997.


19- "Türkiye İle Bosna-Hersek İlişkilerinin Tarihi ve Kültürel Boyutu", Türkiye Bosna-Hersek İlişkileri Konferansı, Saraybosna, Zenitsa, 23-27 Kasım 1997.


20- "Batı Türklerinin Dünya Medeniyetine Kazandırdıkları", Türk Medeniyeti : Tarih, Bugünü ve Gelişme Perspektifleri Konferansı, Kazakistan/Almaatı, 21-23 Mayıs 1998.


21- "Türkiye'de Tarih Araştırmaları ve Türk Dünyasıyla İlişkisi", Halkların Birliği ve Ulusal Tarih Yılı Toplantısı, Kazakistan/Almaatı, 2-6 Temmuz 1998.


22- "Osmanlılarda Yönetim", Tarih Boyunca Türklerde Devlet ve Cumhuriyet Ulusal Sempozyumu, Ankara, 23-24 Kasım 1998./Haydelberglin, 12-14 Kasım1999.


23- "Osmanlı Devleti'nde İdarî ve Toplumsal Gelişmeler ve Bunun Türk Dünyası Açısından Değerlendirilmesi", Osmanlı Devleti'nin 700. Yıldönümü Sempozyumu, Kırgızistan/Bişkek, 29 Ekim-3 Kasım 1999.


24- "Osmanlı Devleti'nin Kimliği ve Devlet Anlayışı", Osmanlı İmparatorluğu'nun 700. Yıldönümü Sempozyumu, Almanya/Berlin, 12-14 Kasım 1999.


25- "Türkiye Türkmenleri", V. Dünya Türkmenleri Konferansı, Türkmenistan/ Aşkabad, 22-30 Aralık 1999.


26- "Osmanlı Devleti'nin Rumeli İskânıyla İlgili Toponomik Bir Değerlendirme", Balkanlarda İslâm Medeniyeti Uluslararası Sempozyumu, Bulgaristan/Sofya, 21,23 Nisan 2000.


27- "Osmanlı Deniz Yolları ve Fonksiyonları", XIV. CIEPO Kongresi, İzmir, 18-22 Eylül 2000.


28- "Tarih Boyunca Türkmenlerde İnsana Verilen Önem ve İnsanî Değerler", Cultural Heritage of Turkmenistan : Inner Origins and Present Perspective Uluslararası Konferansı, Türkmenistan/Aşkabad, 10-13 Ekim 2000.


29- "Osmanlı Arşivi", Türk-Moldova Ortak Tarihini Araştırma Sempozyumu, Moldova/Kişinev, 6-8 Kasım 2000.


30- "Bir Türkmen Devleti Olarak Osmanlı Devleti Tarihinin Kaynakları", Türkmenistan Daimî Tarafsızlık : Millî Kökler ve Uluslararası Önemi Kongresi, Türkmenistan/Aşkabad, 8-11 Aralık 2000.


İDARÎ GÖREVLERİ


1- 5 Şubat 1986 tarihinden itibaren Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi'nde Sosyal Bilimler Eğitimi Bölümü Tarih Anabilim Dalı Başkanlığı'nı yürütmektedir.


2- 14 Temmuz 1989 yılından 17 Aralık 1990'a kadar Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı yaptı.


3- 17 Aralık 1990'dan 1 Mart 1992 tarihine kadar Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdür Yardımcılığına getirildi. Bu müddet içinde Genel Müdürlüğü vekâleten yönetti.


4- 26 Ağustos 1992'de Rektör Yardımcısı oldu.


5- 23 Ekim 1992'den itibaren Rektör vekili oldu (Rektör'ün vefatı dolayısiyle)


6- 23 Kasım 1992'de Rektör yardımcısı oldu.


7- 21 Eylül 1993 Türk Tarih Kurumu Başkanı oldu.


ÜYESİ OLDUĞU VE GÖREV ÜSTLENDİĞİ ULUSAL VE ULUSLARARASI KURULUŞLAR


1- Rusya Tabiî Bilimler Akademisi Üyesi,


2- Merkezi Moskova'da bulunan "Uluslararası Türk Dünyası Akademisi Yönetim Kurulu üyesi",


3- Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü aslî üyesi,


4- Osmanlı Araştırmaları Merkezi Danışma Kurulu üyesi,


5- Ahilik Araştırma Vakfı İlmî Danışma Kurulu Başkanı,


6- Merkezi Türkmenistan'da bulunan "Beynelmilel Gündoğar Halklarının Medenî Mirasını Araştırma Devlet Enstitüsü Yönetim Kurulu Üyesi"dir.


7- CIEPO (Uluslararası Osmanlı öncesi ve Osmanlı Araştırma Merkezi) Yönetim Kurulu Üyesi