FETİH MARŞI

Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek;
Dağlardan çektiler, kalyonlar çekilecek...
Kerpetenlerle surun dişleri sökülecek...

Yürü: "Hala, ne diye oyunda oynaştasın?
Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!

Sende geçebilirsin yardan, anadan, serden...
Senin de destanını okuyalım ezberden...
Haberin yok gibidir taşıdığın değerden...

Elde sensin, dilde sen... Gönüldesin, baştasın:
Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!

Yüzüne çarpmak gerek, zamanenin fendini,
Göster: Kabaran sular nasıl yıkar bendini?
Küçük görme, hor görme, delikanlım kendini

Şu kırık abideyi yükseltecek taştasın;
Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!

Bu kitaplar Fatih’tir, selim’dir, Süleyman’dır;
Şu mihrap sinanüddin, şu minare Sinan’dır;
Haydi, artık, uyuyan destanını uyandır!

Bilmem neden gündelik işlerle telaştasın?
Kızım, sende Fatihler doğuracak yaştasın;

Delikanlım, işaret aldığın gün atandan
Yürüyeceksin... Millet yürüyecek arkandan;
Sana selam getirdim Ulubatlı Hasan’dan...

Sen ki burçlara bayrak olacak kumaştasın...
Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!

Bırak, bozuk saatler yalan yanlış işlesin!
Çelebiler çekilip haremlerde kışlasın!
Yürü, arslanım, fetih hazırlığı başlasın...

Yürü, hala ne diye, kendinle savaştasın?
Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!

Arif Nihat ASYA

Osmanlı’da Şeyhülislam ve Şeyhülislamlık Kurumu

Osmanlı Devletin’de şeyhülislamlık kurumu dini, hukuki ve eğitim alanında en yüksek makamı temsil etmektedir. Şeyhülislamlık müessesesi Osmanlı devleti’nde resmi dini bir makam olarak birden bire ortaya çıkmış değildir. Osmanlı’dan önce ki İslam devletlerinde de böyle bir kurum mevcuttur fakat şeyhülislamlık kurumu tam manasıyla Osmanlı Devleti’nde kurumsallaşmıştır.



Şeyhülislamlık terkibi, başlangıçta fukaha (Fıkıh Alimleri) arasındaki ihtilaflı meseleleri çözüp halledebilen alimler için şeref ünvanı olarak kullanılmıştır. Hicri IV. ve Miladi X. asrın ikinci yarısında Horasan civarında ortaya çıkmıştır. Yaşlı ve bilge gibi anlamlara gelen “Şeyh” kelimesinin “İslam” kelimesine izafesiyle Şeyhülislamlık terkibi oluşmuştur.



Şeyhülislam, “ Vükela-yı devletten ve tarik-ı ilmi ricalden olup teşrifatta (protokol) Sadrazamdan sonra en yüksek makamda bulunur”du. Hatta bazı padişahların tutumundan dolayı şeyhülislamlar, vezir-i azamlardan daha üstün bir konumda olmuşlardır. Önceleri mütevazı olarak ortaya çıkan şeyhülislamlık kurumu bilhassa Zenbilli Ali Cemali Efendi (ö.1526), İbn-i Kemal (ö.1533) ve Ebussuud Efendi (ö.1574) zamanlarında şeyhülislamlık önem kazanarak ilmiye teşkilatının en yüksek makamı haline gelmiştir. Bununla beraber bu kurum fetva müessesesi sayesinde siyasi bakımdan ön plana çıkmıştır.



Osmanlı Devleti’de Şeyhülislamlığın ne zaman ortaya çıktığı, kurulduğu belli değildir. Yapılan araştırmalar neticesinde II. Murad döneminde böyle bir kurumun varlığına işaret edilebilir fakat diğer görevlerinden soyutlanmış bir makamın varlığına açıklık getiremiyoruz. Bununla beraber II.Murat devrinde ilk şeyhülislamın Molla Fenari olduğu kabul görmüştür. Ayrıca Fatih Sultan Mehmed’in tedvin ettirdiği “Fatih Kanunnamesi”nde Şeyhülislam’ın “Ulemanın Reisi” olduğu sarih bir şekilde zikredilmektedir.



Osmanlı devletinde din asıl, devlet ise onun fer’i olarak görülmüştür. Dolayısıyla şeyhülislam görünüşte sadrazam ile aynı derecede sayılmış ise de manen ondan yüksektir. Bir isyan çıkması halinde şeyhülislamın, padişah aleyhine fetva verebileceği muhtemel olduğu için, özellikle idarenin zayıf zamanında kendisinden çekinilirdi. Şeyhülislam her ne kadar Divan-ı Hümayun’a (Bugüne göre bir nevi Bakanlar Kurulu) katılmasa da ihtiyaç halinde görüşlerine danışmak için divana davet edilirdi.



Osmanlı Devleti’nde şeyhülislamlar, padişah tarafından göreve atanırdı. Bu atamalarda sadrazamlarında büyük etkisi vardır. Fakat bazen de padişah kimseye danışmadan şeyhülislam ataması yapabilirdi. Özellikle Ebussuud Efendi döneminde şeyhülislamlık çoğunlukla Rumeli kazaskerlerine verilmekteydi.



Şeyhülislamların en önemli görevi fetva vermektir. Fetva, fıkıh bilgininin hüküm niteliği taşımaksızın dini herhangi bir konuda verdiği cevaplardır. Fetva’ya uyma gibi bir zorunluluk yoktur. Osmanlı Devleti’nde şeyhülislamlar fetvaları Hanefi alimlerin içtihadlarına göre verirlerdi. Fetvaları, özel ve genel olarak ikiye ayırabiliriz. Halktan kişilerin şer’i bir konu hakkındaki sorularının çözümü için verilen fetvalara “Özel fetvalar” denir. Genel fetvalar ise özelikle padişah ve sadrazamların istekleri üzerine hazırlanan fetvalardır. Bu fetvaların şeyhülislam tarafından imzalanması zorunluluğu vardı. Şeyhülislamın verdiği fetvalar daha çok ibadet, muamelat ve günlük hayata dair olmakla birlikte siyasi, idari ve kanunun şer’ileştirilmesi gibi fetvalarda verebilirlerdi. Bilhassa toprak ve vergi hukukuyla ilgili örfi kanunların şeyhülislamlar tarafından şeriata uygun hale getirildikleri biliyor. Ayrıca savaş ve barış gibi devleti doğrudan ilgilendiren önemli konularda da şeyhülislamdan fetva alınmıştır. Osmanlı devletinin hemen hemen bütün icraatlarının şer’i şerife uygunluğu şeyhülislamlar tarafından denetlenmiştir. Örneğin Zenbilli Ali Cemali Efendi, Yavuz Sultan Selim’in 150 hazine muhafızının katli konusunda ki emrine karşı çıkarak şer’i olarak suçu sabit olmadan kimsenin öldürülemeyeceğini söylemiş ve padişahı kararından vazgeçirmişti. Yine Zenbilli Ali Efendi, Yavuz Sultan Selim’in Osmanlı ülkesindeki bütün Hıristiyanların Müslümanlaştırılması şeklindeki emrini reddetmiş ve kimsenin, dinini değiştirmeye zorlanamayacağını bildirmişti.



Ebussuud Efendi de Kanuni Sultan Süleymanın emriyle Ayasofya vakıflarına bağlı olan dükkanların kiralarının arttırılmasına karşı çıkarak, “Emr-i sultaniyle nameşru olan nesne meşru olmaz.” demiştir.



Şeyhülislamlar medresede ders vermek, öğrencileri teftiş etmek gibi görevleri de üstlenmiş bulunuyorlardı. Özelikle II. Beyazıd kendi adıyla yaptırmış olduğu medresede zamanın şeyhülislamı Zenbilli Ali Efendi’ye bu medresede öğrencilere ders verme şartı koşmuştu. Fakat şeyhülislamlar işlerinin yoğunluğu nedeniyle kendileri derse gelemezler, bunun yerine “Ders vekili” atarlardı. Şeyhülislamlar, kadı ve müderris atamalarının yanı sıra müderrislerin terfi işlemleri, kadıların görev sürelerinin uzatılması gibi görevleride vardı. Din hizmetlerini yürüten imam, müezzin ve vaiz gibi görevlilerin de tayin ve azilleri Şeyhülislam vasıtasıyla yapılmıştır.





Osmanlı Devleti’nde ulema devlet bürokrasisi içerisinde her zaman üstün bir yere sahip olmuştur. Bu üstünlüğünün bir sonucu olsa gerek ki askeri sınıf üyelerinin malları müsadere edilebildiği halde, ulemanın mal varlıklarına hiç dokunulmamıştır. Bununla birlikte Ulema sınıfına verilen ölüm cezası yok denecek kadar azdır.



Şeyhülislamların görevde kalma sürelerine dair bir kural yoktur. Osmanlı’da bu makamda en uzun süre görev yapan zat Ebussuud Efendidir. Görev süresi bazı kaynaklarda 30 bazılarında ise 28 yıl olarak zikredilir.



Şeyhülislamların en önemli gelir kaynağı, padişahın hazineden günlük olarak verdiği maaşlardır. Bunlar şeyhülislamın kişiliğine, prestijine, bilgisine ve zamana göre değişebiliyordu. Şeyhülislamın bir diğer gelir kaynağı da “bohça beha” adı verilen gelir kaynağıdır. Şeyhülislamların ilmi memuriyetlere atama yapmaları sırasında göreve atanan kişilerden almış oldukları tayinat bedelleridir. Bununla beraber Padişahların tahta çıktığında dağıttıkları cülus bahşişleri de şeyhülislamın gelir kaynağından biridir. Ayrıca azledilen şeyhülislamlara “Emeklilik parası” diyebileceğimiz bir miktar gelir de tahsis ediliyordu.



II. Mahmud (1808-1839) zamanında şeyhülislamlara hükümet dairesi tahsis edilmiştir. Haziran 1826’da Yeniçeri Ocağının kaldırılmasıyla Yeniçeri Ağasının makamı olan Ağa kapısı (bugün Süleymaniye Camiinin arkadasında Müftülük olarak kullanılan bina) Şeyhülislamlığa verildi. Bundan önce şeyhülislamların özel bir dairesi yoktu. Kendi konaklarının selamlık dairesini ofis olarak kullanırlardı. İşlerini burada görürlerdi. Şeyhülislamın konağında Mektupçu, Kethüde, Telhisçi, Fetva emini, müsevvidler, mübeyyizler ve katipler çalışırlardı. Tanzimat döneminde Şeyhülislamlık içinde kendi işlerini gören meclisler kurularak bu kurum geniş bir bakanlık teşkilatına dönüşmüştür.



Resmi görevlerde şeyhülislamın danışmalığını reisülküttap yapıyordu. Razaman bayramının dördüncü günü ve Kurban bayramının beşinci günü sadrazam, şeyhülislam, ulema sınıfı ve yüksek rütbeli memurlar padişahın huzuruna çıkarlardı.



Hz.Muhammed (s.a.v) in doğum gününde Sultan Ahmed Camiinde mevlid-i şerif okunur. Bu törene şeyhülislam merasim elbiseleri ile katılırdı. Ayrıca şeyhülislamlar Haliç’te ki donanmasının hareketi sırasında düzenlenen törene, tuğ ve sancağı şerif çıkarma törenine, şehzadelerin doğumuna, sünnet düğünlerine, vefatlarına, padişah eşlerinin ve kızlarının cezane törenlerine ve elçilere verilen ziyafetlere katılırlardı.



Osmanlı Devletinin son şeyhülislamı Mehmed Nuri Efendi (1859-1927) TBMM’nin Osmanlı saltanatına son vermesiyle görevini tamamlamıştır. 3 Mart 1924’te Şer’iye ve Evkaf Vekaleti de kaldırılınca günümüzde de varlığını südüren Diyanet İşleri Başkanlığı ortaya çıkmıştır.





Kaynaklar:



UZUNÇARŞILI, İ.H, “Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilatı”, TTK, Ankara, 1988

TURAN, Osman, “Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi” Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2006

AKGÜNDÜZ, Murat, “Osmanlı Devleti’nde Şeyhülislamlık”, İstanbul, 2002

YAKUT, Esra, “Şeyhülislamlık: Yenileşme Döneminde Devlet ve Din”, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2005

KAZICI, Ziya, “Osmanlı’da Eğitim-Öğretim”, Bilge Yayınları, İstanbuli 2004

Hoca Saadettin Efendi, “Tacü’t-Tevarih”, İstanbul 1280, 2/551

İHSANOĞLU, Ekmeleddin, “Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi” c.II, IRCICA, İstanbul, 1999

UÇ BEYLERİ

Serhad kal’alarında, mazgallarda düşmanı gözleyen, fırsat kollayıp akınlara giden, doyumluklar ve ganîmetlerle dönen uç beylerinin kahramanlık devri geçmiş ise de vatan ve îman aşkı ile iç ve dış düşmanların sinsi faaliyet ve salvetlerini göğüsleyici olmakta devam eden uç beylerinin kahramanlık ve savaşları bitmiş değildir. Kimdir bu uç beyleri ve kime karşı kılıç sallamakta bulunuyorlar?

Moskofa göz kırpan, taassubu iman sayan, ahlâkı menfaate satan, mâzîye düşmanca saldıran, târihi ayaklar altına alan, gaddarlığı adâlete üstün tutan, sahtekâra taviz veren, çirkinliklere şirinlik muskası takan, vatan sathında vatansızlık yarışı eden, her nâmerdle gırtlak gırtlağa cenk eyleyen uç beyleri tanıyorum...Kimler mi? Söyliyemem. Zîra bu yiğitler, Hakk içini Hakk’ a hizmet için mücadele veren ismini resmini ancak baş koyduğu Hakk’tan gayrısına bildirmeyen meçhûl kahramanlardır.



***



Hiçbir milletin yenilenmekten, teceddütten baş çeviremeyeceği ve zamanın akışına karşı gelemeyeceği ve gelmemesi gerektiği bir tabiat zarûretidir. Ancak, gerek teknik, gerek sosyal ilerlemelerin millî tempoya ayarlanması ve bir süzgeçten geçirilerek red veya kabûl edilmesi şarttır.

Bir yerde inklılâplara, ‹Dur!› denmeyen cemiyetler istikrara, sağlam ve oturmuş bir yapıya kavuşmaktan ümit kesmelidir.

Memleketimiz, bilhassa Tanzîmat’tan bu yana devamlı bir silkinme, daha doğrusu bir kendini inkârın modalaşmış baskısı altında kaldığından, irfan hayatımız da zikzaklı ve muvazenesiz bir çalkantı içinde aramaya ve yol almaya çalışmaktadır.

Amma, almakta olduğu ve alması gereken yolu biliyor mu?

Asırlardır cemiyetin iliğine kemiğine işlemiş değerleri irfan hayatımızdan silip atarken yerine ne koyduk? Ya da neleri koymak gerektiği halde koymadık?...

Binlerce yıldır hakim olduğumuz coğrafya üstünde işlene döğüle şekil ve mahiyet kazanmış medeniyetimizi bir mirasyedi pervâsızlığı ile harcarken, nasıl bir istikrarlı kıymetler sistemini çiğnediğimizin farkında dahî olmadan, varından yoğundan boşalmış nesiller yetiştirdik. Acaba arka arkaya gelen ‹gençlik› nelere, niçin kıyıldığının farkında mıdır?

Nasıl oluyor da asırların kültür ve san’at birikintisini hiç teraziye vurmadan mahkum etmiş bulunuyoruz?...



***



Bugün Türkiye Türklüğü’nün her karış toprağı bir serhaddir. Amma ülkesini mazgaldan gözleyerek müdâfaaya hazır olan uç beyleri de eksik değil...

Diline, îmânına, târihine, iftiharlarına yaylım ateşi açan vatansızlara karşı koyanlar de gene onlardır.

Uç beyleri, uç beyleri!... Şu bin yıllık vatan coğrafyasında sınır bekçiliği gözcüleriniz ferâgat ve celâdetle kollayıp püskürtmekte, memleketi nifak ve hıyanet tuzağına düşmekten korumaktadır.

Paraya pula, şâna şöhrete, mevkie gösterişe yan gözle dahî iltifat etmeyen siz kahraman gazîler, yiğit ve serdengeçti uç beyleri!... Taşlanıyorsunuz, yaralanıyorsunuz, amma gene de vicdan kal’alarının burçlarında pürsilâh düşman kovalamaktan geri kalmıyorsunuz. Ferâgat olmadan fâzîlet olmaz.

Serhad kal’alarından fırlayıp akınlara giden uç beylerinin kahramanlık devirleri geçti. Fakat bugün ilim ve îman kal’asının silahı ile vatanı içten dıştan gelen ve gelecek tehlikelere kendiniz bir kal’a olmuş bulunuyorsunuz.

Uç Beyleri! Kaleminiz en keskin silahınızdır. Artık serhadlerde kal’a kurmak devri geçti ise de sizin her biriniz birer kal’a olduğunuzu dost da düşmanda görmekte bulunuyor.

Ağlayan Mabed Ayasofya

Ey şehîd oğlu, şehîd isteme benden makber,
Sana ağûşunu açmış duruyor Peygamber

İşte Büyük üstad Necip Fazıl'ın 1965 de verdiği ve anlam bakımından büyük öneme sahip konferans!

Gençler!..

Ayasofya üzerinde çok laf ettik! Ama lafta bile onu tasarruf edebilmiş, mülkiyetimiz altına alabilmiş değiliz!

Bana öyle geliyor ki, yalnız manayı anlasak, yalnız onu yerine getirebilsek, Ayasofya'nın kapıları sabır taşı gibi çatlar, kendi kendisine açılır. İsterse açılmasın; ondan sonra herşey, küçük bir tatbikat işinden ibaret kalır.

Biz kimden, neyi istiyoruz.

Yemen'den Viyana'ya Fas'tan Kafkasya'ya kadar en aşağı 10 milyon kilometre kare bir zemin üzerinde... Evet, böyle bir zemin üzerinde... Atalarımızın... Ata derken halimize bakıp başımızı doğduğumuz nur insanların... Tohum atarcasına her tarafa serptiği kubbelerden birini... 700 bin kilometre kareye indikten ve bu halin ismine millî kurtuluş dedikten sonra... Evet, bütün bunlardan sonra... Toprağı kaybedilmiş kubbelerden birini mi istiyoruz?

İnsana gülerler!.. Herhangi bir yıldızda bu türlü iddialara girişen milletleri sürecek bir tımarhane olsa, bizi oraya sürerler.

Âlemde, cüceleşmiş devlerin, eski rollerini takınmasından daha çirkin bir tablo yoktur.

"- Cüceleşmeyeydin! Şimdi devin hakkından nasıl bahsediyorsun?"

Derler böyle insanlara ve milletlere!..

Evet, sevgili gençler; bir manzumemde söylediğim gibi, kellelerimizi tırnaklarımızla yerinden söküp iki dizkapağımıza yerleştirmenin ve sonra ikinci bir başla onu seyretmenin, kısaca ulvî nefs muhasebesine girişmenin artık günü geldiğini kabul edelim ve avaz avaz haykıralım ki, bizi, şiltesi üç kıt'ayı kaplayan devi, cüceleştirdiler. Sonra ona iki santim boy ilave edip, Batının bat pazarı veya bit pazarı elbiselerini giydirdiler. Peşinden de:

"- İşte sana layık (özgürlük) ve (uygarlık) budur!"

Dediler.

Bu bakımdan Ayasofya... Bakın nedir bu bakımdan Ayasofya?

Bizi bu hale getiren, annemizin cennet kokulu başörtüsünü sarhoş kusmuğuna bez diye kullanan, ahlakımızı Paris'in dünya çapındaki (Şabane) kerhanesinden daha aşağıya düşüren, millî kültürümüzü çöplüğe ve millî iktisadımızı kumarhaneye çeviren, zekamızı maymunlaştıran ve kalbimizi kanserleştiren, tarihi 129 yıllık cereyanın, kendi öz evimizde, yüzümüze kapadığı oda, mukaddesat odamız...

Ayasofya budur!

129 yıl boyunca, dışarıdan Batı emperyalizmasının, içeriden de onların sadık ajanları sıfatiyle kozmopolitlerin, masonların ve nihayet hepsinin birden ana sermayesi ve gönüllü fedaisi halinde, adı Türk, küfür tip ve zümrelerinin idare ettiği bu cereyan, Ayasofya'yı müzeye çevirmekle, sağlık müzelerindeki balmumundan frengili suratlar şeklinde, Türkün öz ruhunu müzeye kaldırmış oldu.

Frenk kelimesinden gelen "frengi" ismine dikkat ediniz! Türkün mukaddesatına frengili bir surat gibi bakan bu insanlardır ki, "frengi" mefhumunun ta kendisidirler ve ciğerlerine kadar frengilidirler... !> Şimdi buradan saffet devrimize geçelim. Şairin;

Şayestedir denilse,
Âlem senin mezarın...

Hala gelir zeminden
Tekbir-i zar-ü-zarin...

Diye belirtmeğe çalıştığı; dava ve gayesi bakımından Büyük İskender ve Sezar'ı oda hizmetçiliğine kabul etmeyecek kadar üstün hükümdar, başbuğ ve (aksiyon) adamı Fatih, İstanbul'u fethedip onun kalbi Ayasofya'da namazını eda ettiği zaman, Cenubî Fransa'da kırılıp Viyana'da tekrar Batıyı dişleyecek olan İslam taarruz kıskacının mihver çivisini ele geçirmişti.

Ayasofya işte bu incecik mildir, bu çividir; onu İslam kıskacına yerleştiren Fatih Sultan Mehmed'dir; ve eğer ondan sonra kıskaç kapatılamadıysa suç kapatamıyanlardadır. Fatih'e düşen şerefse, erişilir soydan değildir. Kendisinden sonra, Kanunî sultansüleyman® gibi, iyi ve kötü arasındaki ayırıcı çizgiden başka bir şey olmayan meccanî ihtişam kahramanı, karaların ve denizlerin yüce hakanına kadar süren muazzam (aksiyon) akışında en büyük hız payı, yine Fatih'indir. Kanunî devrinde teşekkül eden büyük ahenk tablosunun unsurları, Ebussuud gibi şeyhülislam, Sokullu gibi sadrazam, Baki gibi şair, Sinan gibi mimar ve Barbaros gibi amiral, sadece ve sadece Fatih'in, hareket noktasına bu mili yerleştirdiği kıskaç yüzüsuyu hürmetine yetişmiş büyükler...

Tarihimizde, Fatih'ten başka her hükümdarın (aksiyomu, isterse vatana eklediği toprak Fatih'inkinden bin misli fazla olsun, ulvî kemal ve noksansızlık manasına, tamam olmaktan uzaktır. Yalnız Fatih'dedir ki, kendi zaman ve mekanına göre, dava hedefini, muhteşem ve muazzam bir tamamlık içinde buluyoruz.

İşte bütün bunları (sembolize) eden, remzlendiren de cihanın en güzel beldesi İstanbul ve onun kalbi Ayasofya...

Salibin ağırlığından kurtarılıp hilalin kanatlarıyla kendisine gök kubbe yolu açılan, böylece Yirminci Asır dünyasına gerçek medeniyet ve ebediyet mimarisinin ne olduğu onunla gösterilen, Batı aklı ve Doğu ruhunu birleştiren eski Bizans eseri ve artık yeni tekbir yuvası tarihi kubbe...

Demek ki, Ayasofya, ne taş, ne çizgi, ne renk, ne cisim, ne de madde senfonisi; sadece mana, yalnız mana...

İstanbul'daki Süleymaniye, Edirne'deki Selimiye, bunlara karşılık da Roma'daki (Sen Piyer) ve Paris'teki (Notrdam), bizde ve onlarda daha niceleri, madde ve hatta gayelerine bağlı mana kıymeti olarak, Ayasofya'nın eşik taşına bile denk olamaz. Zira bunlardan herbiri, kendi gayesinin tabiî şartları içinde, tek taraflı olarak yükseltilmiş bir eser... Ayasofya ise bunların yanında bir kümes bile olsa, öyle bir nasibin sahibi ki, ne madde, ne de tek taraflı mana ölçüsüyle ona varmak kabil... Ayasofya, bir mananın, zıd manaya taarruz ve onu zebun edişinin, bütün dünyada eşi olmayan abidesi...

Fatih Sultan Mehmed, bu hikmeti sezdi; ve Ayasofya'yı, İstanbul gibi misilsiz bir mahfazanın içinde, güneş çapında bir pırlanta gibi zapt ve fethetti.

Tarihimizde daha nice zapt ve fetih hareketinin kahramanı var; niçin hiçbirinin adı, has isim olarak Fatih değil?..

İmdi:

Biraz evvel işaret ettiğimiz gibi, (İmperyum Romanum)dan üstün bir imparatorluğun dev adamı olan Türk'ü binbir tarihî saik yüzünden çüceleştiriyorlar, 10 milyon kilometre karelik bir servet ve nimet zeminini 700 bin kilometre kare fakir bir anavatan kadrosuna kadar indiriyorlar, fakat bütün bu olanlara rağmen, Fatih'in o kadar maharetle yerine oturttuğu mili söküp atamıyorlar, çekip alamıyorlar. Zira İstanbul ve Ayasofya, muazzam nasibi icabı, anavatana bitişik ve onun içinde kalıyor; hiçbir şey yapılamayınca da, dünyada hiçbir milletin başına gelmemiş bir felakete yol açılıyor; Ayasofya Türk'ün öz evi ve anayurdu içinde güya Türk'lerin eliyle manasından koparılıyor, duvarlarından Allah(c.c.) ve Resulünün mukaddes isimleri indiriliyor, iç sıvaları kazınıp putlar meydana çıkarılıyor ve hilalden ziyade salibin faziletlerini ilana memur bir müze, yani içinde İslamiyetin gömülü olduğu bir lahid haline getiriliyor. Artık o, basit bir taş yığınıdır. Öyle bir taş yığını ki, sadece kendisinde kıyılan ulvî mananın katillerini ilan ve ihtarla kalmıyor, üstelik her an salibin ağzından salyasını akıtıcı bir iştah telkiniyle, Türk'ün, ruhiyle beraber maddesini, maddesiyle beraber de ruhunu hıristiyanlık alemine peşkeş çeken, "buyurun, ne duruyorsunuz; gelin ve bizi esir edin!" diyen bir hava yaşatıyor. Ayasofya'nın hilal hakimiyetinden uzaklaştırılmasıyla düşmana aşılanan gayret, bir ordunun harp planlarını satmaktan beter bir tehlike ve suç belirtir. Eğer o kökünden traş edilse ve yıkılsa bir şey değil de, bu haliyle, bütün bir milleti ve tarihi her an öldürüp yine dirilten ve tekrar öldüren bir felaket...

Böylece, Batı dünyasının bize içimizden, içimizdeki ajanları vasıtasıyla yaptırdığını, ne Haçlılar yapabildi, ne Moskof, ne de Ayasofya'nın gözü dönmüş şehvetlisi Yunanlılar...

Milyonluk bir orduda, bir emirle, herkes silahını kalbine dayayıp tetiği çekse ve intihar etse, bu emrin o orduya vereceği zararı hangi düşman sağlayabilir?..

Ayasofya'nın kapatılması işte böyle olmuştur. Ve Türk tarihine, mukaddesatına, ruhuna, ihanetlerin en büyüğü şeklinde meydana gelmiştir. Türk'ü yoktan var ettiğini iddia eden bir zümre ve (klik) zihniyeti, Ayasofya ile Türk vatanını, göklerdeki aslî ve hakikî vatanıyla beraber satmıştır.

Allah(c.c.) diyen bu millet mutlaka kalacak; ve kalacağına göre, öteki dünyadakinden evvel, bu dünyada hesap gününü açacaktır. Ayasofya, muayyen bir idare ve zihniyetin getirdiği, ruhî, ahlakî, içtimai, iktisadî, idarî, siyasî felaketler eliyle Batı dünyasına takdim edilen hediye kutusu üzerindeki fiyonklu kordeladır. Topyekûn şahsiyetlerini düşmana teslim edici böyle hediyeleri veren milletler ise, hediyeyi alanlar nazarında hakir ve zelildir. İşte Kıbrıs davası!.. O kadar Batılılaştığımızı, uygarlaştığımızı, özgürleştiğimizi, kendisinden olduğumuzu iddia ettiğimiz Batının bize muamelesine dikkat etmiyor muyuz? Bizim, kendimizi, kendisinden saymamız pahasına, Batılı bizi asla kendisinden saymıyor. O, ne Doğulu, ne de Batılı, bu mukallit ve bulamaç insanı asla benimsemiyor; ve ismini taşıdığı (Greko-Latin) medeniyetinin piçleşmiş uzvunu, sefil Yunanlıyı, şımarık çocuğu halinde her an tatmin ve bize tercih etmekten başka bir şey düşünmüyor. Büyük İngiliz şairi Lord (Baynn)ın Türklere karşı Yunan istiklal çarpışmalarında öldüğünü ve Yunan topraklarında yattığını bilmeyen diplomatlarımız, hala selameti, Türk'ün öz şahsiyetinde değil, Batılıya Batılı görünmek özenişinde arıyor.

Hayır! Batılıdan, sığıntısı olmak yoluyla sağlanabilecek hiçbir himaye mevcut değildir. Biz bu kafayla gittikçe de başımıza daha neler geleceği görülecektir.

Bütün bu manalar Ayasofya'ya bağlı... Daha neler ve neler!.. Türk İstiklal Savaşı'nın temiz ruhuna leke düşürenler, o ruha ve onun müspet temsilcilerine rağmen, kazanılmış bir istiklali topyekûn tersine çevirme yoluna girmişlerdir.

Belirttik ki, kendi öz mukaddesat ve tarihini kendi öz yurdunda maskara edenlere, o mukaddesat ve tarihin düşmanları hürmet etmez, tiksintiyle bakar. İşte, dünyada ve dış politikada yüzümüze kapanan kapılar bunun için kapanıyor. Doğrudan doğruya bunun için olmasa da dolayısıyla bunun için... Şahsiyetsizliğin ceremesi... Bunun içindir ki, Avrupa, köküne kadar şahsiyet heykeli İkinci Abdülhamid Han'a hürmet ediyordu. Almanya imparatoru (Vilhelm) siyaseti ondan öğrendiğini söylüyor ve Prens (Bismark) tam bir Abdülhamid düşmanı olduğu halde, onu, asrın en büyük siyaset dehası diye gösteriyordu. Eğer Abdülhamid'e, Ayasofya'yı müze yapması karşılığında bütün dünya hazinelerini vereceklerini söyleseler, nefretle reddeder, imparatorluğunu elinden almakla tehdit etseler son damla kanına kadar akıtmakta tereddüt etmezdi. İnkarcı (Volter)in Allah(c.c.)'ın Sevgilisine ait piyesini Fransız tiyatrolarından Fransa devleti marifetiyle kaldırtan, yoksa bunun harp sebebi olacağını Fransa hükümeti'nin suratına çarpan, Ulu Hakan Abdülhamid Han'dan başka kim olabilmiştir? O Abdülhümid Han ki, bunca ordusundan yalnız bir tanesiyle birkaç gün içinde Atina kapılarında görünüvermiş ve küçücük bir Yunan şımarıklığını, onlara Ayasofya'dan bahsettirmek yerine (Akropol) önünde ordugah kurmakla cezalandırmıştı. Şimdi o Yunanlı, baykuş gözlerini üzerimize dikmiş, birinde Ayasofya, öbüründe Rumelihisarı'nın hayali, İstiklal Savaşı'ndaki küstahlığından beter bir nefs emniyeti içinde dikilip duruyor da, bizde, onun iki gözünü birden çıkaracak (enerji)den eser görünmüyor.

Sebep?

Çünkü Ayasofya'nın kapılarıyla beraber ruhumuzu kilitlediler. Her mana, her hikmet, her münasebet Ayasofya'ya bağlı...

Ayasofya açılmalıdır. Türk'ün bahtıyla beraber açılmalıdır.

Ayasofya'yı kapalı tutmak, Yunanlıya "ben yapamıyorum; sen gel de kendi hesabına aç!" demekten farksızdır.

Ayasofya'yı kapalı tutmak, Birleşmiş Milletler'den Afrikalı yamyam devletlerine kadar aleyhimize rey verdirip kendileri müstenkif geçinen Batılılara "artık benim hayat hakkım kalmadı!" demektir.

Ayasofya'yı kapalı tutmak, bu toprağın üstündeki 30 milyon ve altındaki 30 milyar Türk'ün semaları tutuşturan lanetine hedef olmaktır.

Ayasofya'yı kapalı tutmak, Allah(c.c.)'a sövmeye, Kur'ana tükürmeye, Türk tarihini kubura atmaya, Türk iffetini kirletmeye, Türk vatanını satmaya denk bir suçtur.

Gençler! Bugün mü, yarın mı, bilemem!

Fakat Ayasofya açılacak!.. Türk'ün bu vatanda kalıp kalmayacağından şüphesi olanlar, Ayasofya'nın da açılıp açılmayacağından şüphe edebilirler.

Ayasofya açılacak... Hem de öylesine açılacak ki, kaybedilen bütün manalar, zincire vurulmuş masumlar gibi onun içinden fırlayacak!.. Öylesine açılacak ki, bu millete iyilik ve kötülük etmişlerin dosyaları da onun mahzenlerinde ele geçecek...

Ayasofya açılacak!... Bütün değer ölçülerini, tarih hükümlerini, dünyalar arası mahsup sırlarını, her iş ve herşey hakkındaki gerçek miyarları çerçeveleyici bir kitap gibi açılacak...

Allah(c.c.) tarafından mühürlenmiş kalplerin mühürlediği Ayasofya, onların aynı şekilde mühürlemeğe yeltenip de hiçbir şey yapamadığı, günden güne kabaran akınını durduramadığı ve çığlaştığı günü dehşetle kolladığı mukaddesatçı Türk gençliğinin kalbi gibi açılacak...

Ayasofya'yı, artık önüne geçilmez bu sel açacak...

Bekleyin gençler!.. Biraz daha rahmet yağsın... Sel yakındır.

Fatih ve Onun Yeni Nesline Selam!

Fatih Sultan Mehmed



Yedinci Osmanlı padişahı ve İstanbul'un Fatihi.

Saltanatı: 1451-1481
Babası: II. Murat Han - Annesi:Hatice Alime Hüma Hatun
Doğumu: 30 Mart 1432 Vefatı: 3 Mayıs 1481

Sultan Murat Han, oğlu şehzade Mehmet'i yalnız din ve fen ilimlerinde yüksek bir tahsil yaptırmak ve bir takım kültür dillerine (Arapça, Farsça, Latince, Yunanca ve Sırpça) sahip olarak yetiştirmekle kalmadı. O, bu kudretli ve kabiliyetli şehzadeye tecrübeli devlet adamlarından ve büyük alimlerden müteşekkil yüksek bir muhiti, maddi-manevi bakımlardan devrin en üstün bir ordusunu ve nihayet bütün düşmanlarını ve Haçlı ordularını yere seren rakipsiz ve sağlam bir devleti de miras bırakmıştı.

Bununla beraber 21 yaşında tahta oturan genç Hakan, daha ilk günlerde devleti ve ordusunu daha büyük hamleler yapacak bir kudrete ulaştırdı. Şehzadeliğinden beri bir an önce İstanbul'u fethetmek ve Hazret-i Peygamber'in "Konstantiniyye (İstanbul) muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak hükümdar ne güzel hükümdar ve onun askerleri ne güzel askerdir." müjdesine mashar olmak istiyordu. Bu gaye ile askerî tarihin kaydettiği ilk büyük ateşli silahlar ve toplar ile ordusunu dayanılmaz bir kudret haline getirdi. Ayrıca 1000 yıllık tarihi boyunca bütün muhasaraları muvaffakiyetsizliğe uğratan surları aşmak için seyyar kuleler kurdu. Nihayet 6 Nisan'da başlayan kuşatma, 22 Nisan'da Fatih'in donanmayı Beşiktaş'tan Haliç'e indirmesiyle çok şiddetli bir duruma girdi. 29 Mayıs 1453'te yapılan son taarruzla şehri alarak Ortaçağ'a son verdi.

Beyaz bir at üzerinde ve muhteşem bir alayla Topkapı'dan şehre giren Fatih Sultan Mehmet, doğruca Ayasofya'ya gitti. Kapıya gelince attan inip, secdeye vardı. Mabedi temizletti, tasvirlerden kurtardı ve ilk Cuma namazını orada bütün gazilerin sevinç ve heyecanları içinde kıldı. Daha sonra Ayasofya'nın kıyamete kadar cami kalmasını yazılı vasiyet ve vakıf eyledi.

Fatih Sultan Mehmet bundan sonra, Osmanlı Devleti'ni bir Cihan İmparatorluğu haline getirme ve İslamiyet'i bütün dünyaya yayma mücadelesine girişti. O; "Dünyada tek bir din, tek bir devlet, tek bir padişah ve İstanbul da cihanın payitahtı olmalıdır" diyordu. Nitekim bu gaye ile Fatih kısa zamanda Anadolu'da İsfendiyar, Trabzon, Karaman ve Akkoyunlu memleketlerini ilhak etti. Dulkadir beyliği ile Kırım hanlığını tabiiyeti altına aldı. Yunanistan, Arnavutluk, Bosna-Hersek, Sırbistan (Belgrad hariç), Eflak-Boğdan ve sair ülkeleri fethetti. Birçok krallık, imparatorluk, hanlık ve beylik ortadan kaldırıldı ve Osmanlı toprakları Tuna'dan Fırat'a kadar yayıldı. Anadolu'da milli birlik tesis edildi.

Bu büyük Türk Sultanı 1481 senesi ilkbaharında üç yüz bin kişilik bir ordunun başında olarak yeni bir sefere çıktı. Ancak, Hünkar çayırı denilen mevkide hastalandı ve çok geçmeden 3 Mayıs 1481'de vefat etti. Özel doktoru olan Yahudi dönmesi Yakup Paşa tarafından zehirlendiği de söylenmektedir. Naşı, adına yaptırdığı caminin bahçesine defnedildi. Sonra üzerine türbe yapıldı.

Fatih Sultan Mehmet, ince yüzlü, uzunca boyla, dolgun vücutlu olup, seyrek güler, yüzüne bakıldığında hürmet ve korku telkin ederdi. Her şeyi öğrenmek isteyen zeki bir araştırıcı idi. Harp sanatından çok hoşlanır, yapacağı seferlerden en yakınlarını bile haberdar etmez ve bunların gizli kalmasına çok dikkat ederdi. "Sırrıma sakalımın bir tek telinin vakıf olduğunu bilsem onu yolar atarım" sözü meşhurdur.

Soğuğa-sıcağa, açlığa-susuzluğa ve yorgunluğa karşı çok dayanıklı idi. Trabzon üzerine çıktığı seferde Zigana dağlarını yaya olarak bin bir müşkilatla geçerken yanında bulunan Uzun Hasan'ın annesi, Sara Hatun; "Ey oğul! Bir Trabzon için bunca zahmet değer mi?" deyince, yüce Hakan; "Bu zahmet din yolunadır, ahirette Allahü tealanın huzuruna varınca inayet ola. Zira elimizde İslam kılıcı var. Eğer bu zahmeti ihtiyar etmezsek bize gazi demek yalan olur" cevabını verir.

Fatih, büyük ilim, din, kültür ve sanat adamlarını etrafında toplayarak İslam medeniyetine yeni bir hamle verdi ve İstanbul'u devrinde bu medeniyetin ve dünyanın en yüksek bir merkezi halime getirdi. Molla Gürani, Hocazade, Molla Hüsrev, Hızır Bey, Molla Yegan, Ali Kuşçu ve Akşemseddin meclisinin en mühim simaları idi. Devrinde Osmanlı Devleti'nin bütün temel müessese ve teşkilatı en mükemmel bir hale geldi. Zeytinyağı döktürerek insanlık tarihinde "yağla makine soğutmasını", havan topunun balistik hesap ve planını yaparak dik mermi yollu ilk silahı keşfeden de odur. Yine onun devrinde başta İstanbul olmak üzere, imparatorluğun bütün şehirleri cami, mescit, medrese ve sair eserlerle donatılmıştır.

Bunu Böyle Bilesiniz

Fatih Sultan Mehmet Han'ın namaz kılınmasına dikkat edilmesi hususunda Rum vilayetlerine gönderdiği ferman şöyledir: "Allahü teala, emirlerinin yerine getirilmesini bize nasip ve müyesser eylesin. Bu hükümde bildirmek istediğim husus şudur: Rum diyarındaki şehir ve kasabalarda ve buraların köylerinde yaşayan müslüman ahali, İslam dininin emir buyurduğu farzları yapıp, sünnetlerine riayet etmekte, Kelam-ı kadime ve Furkan-ı mecide yani Kur'an-ı kerime, hadis-i şeriflere uymakta gevşeklik gösterip muhalefet ederler imiş. Allahü tealanın "Namazı ikame ediniz:" emrini çiğneyip; "Namaz dinin direğidir. Onu dosdoğru kılan dinini ikame etmiş olur. Terk eden dinini yıkmış olur." hadis-i şerifine uymayıp, tuğyan yoluna sapanlar ve böylece mescit ve camileri viraneye ve harabeye döndürüp, fısk ve fücur, yani günah işlenen yerleri mamur ederler imiş. Bu ve buna benzer haberler bize ulaşıyor. Eğer bunlar doğru ise, emr-i bil ma'ruf ve nehy-i anil münker eylemek üzerime vacip olduğundan, ileri gelen bir adamımı bu iş için vazifelendirdim. O inceleyip takip edecek. Şöyle emir eyledim ki: "Her kim namazı terk ederse, dövülmek ve mali cezaya çarptırılarak ta'zir eylemek meşru olduğundan, İslam dininin emri gereği artık Rum diyarında namazını geçirenler tespit edilip, tamam haklarından gelinsin. Halka namaz kılmaları tenbih edilip, kılmayanlar hakarete uğratılıp teşhir edilsin. Hiç kimse ne olursa olsun bu icraata mani olmaya!.. Rum sancağı beyleri ve kadıları ve subaşıları ve bunların emrindeki diğer memurlar gönderdiğim vazifeliyle bu hususta elbirlik edip yardımcı olalar. Böylece İslamiyet'in yüce ahkâmı, emri ve yasaklarını yerine getirmekte gevşeklik ve tenbelliğe asla meydan verilmeye, Öyle ki, mescitler dolacak, medreseler mamur edilecek ve din-i İslam kuvvetlendirilmiş olacaktır. Böylece müslümanlar refah, huzur ve saadet içinde olup, Padişahın devam-ı devletine ve kudretinin artmasına duacı olacaklardır. Bunu böyle bilesiniz. Alamet-i şerifeme (tuğrama) itimat kılasınız."

HAKKINDA YAZILANLAR

1.Fatih'in İçsel Dünyası
Nezihe Araz
Dünya Yayıncılık / İnceleme - Araştırma

Neden Fatih Bu kitap kendi bilgimi artırmak ve bazı sorularıma yanıt bulmak için yaptığım araştırmalardan doğdu. Başlangıç tarihi İstanbul fethinin beşyüzüncü yıldönümüydü. Ben, bir tarihçi, bir tarih yazarı değilim. Ama elimdeki birikim Osmanlı'ya, Osmanlı kültürüne, Osmanlı sanatına ait ilgi çekici şeyler söylüyor. Biz ise, Osmanlıyı gerektiği gibi bilmiyoruz. Tanımıyoruz, araştırmıyoruz. Ama onun hakkında doğru-yanlış, çok çeşitli hükümler verebiliyoruz. Bu davranışı çok yanlış buluyorum. Geçmişimizi iyi bilmeden bugünü ve geleceği yaşamak, bilmek, değerlendirmek hem yanlış, hem eksik bir yöntem oluyor. Oysa yarınlara ulaşırken geçmişin tüm olayları, yol gösterici, örnek verici olarak bize gereklidir. Fatih, Osmanlı Devletinin yüzyılları içinde sadece 50 yıl kadar bir zaman sürecini işgal etmiş. Ama bu süreç içinde yaptıkları, yaşadıkları insanı şaşırtacak bir çizgide. Özellikle bilim, sanat ve insancıllık konularında.


1453 Konstantinopl
Kuşatma Güncesi
Nicolo Barbaro
Çeviri Yurdakul Fincancıoğlu
Büke Y. İstanbul 2001

Elinizde tuttuğunuz kitap, Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti hakkında Batı ülkelerinde yayınlanmış, kaynak niteliğindeki özgün kitapları Türkçeye kazandırma düşüncesinin meyvesidir. Kuşatma Güncesi 1453'ün yazarı, Venedik Cumhuriyeti eşrafından bir ailenin çocuğu olan gemi doktoru Nicolo Barbaro'dur. Barbaro, Sultan Mehmet Il'nin 1453'teki adıyla Konstatinopl'u kuşatma altına aldığı günlerde, kentte bulunuyordu; kent Türklerin eline geçinceye kadar da orada kalmış ve yaşananları kendi bakış açısından gün gün not etmiştir.
(Arka Kapak)


1453 Konstantinopl Kuşatma Güncesi
Nicolo Barbaro
Büke Y. İstanbul 2001
Çeviri Yurdakul Fincancıoğlu

Elinizde tuttuğunuz kitap, Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti hakkında Batı ülkelerinde yayınlanmış, kaynak niteliğindeki özgün kitapları Türkçeye kazandırma düşüncesinin meyvesidir. Kuşatma Güncesi 1453'ün yazarı, Venedik Cumhuriyeti eşrafından bir ailenin çocuğu olan gemi doktoru Nicolo Barbaro'dur. Barbaro, Sultan Mehmet Il'nin 1453'teki adıyla Konstatinopl'u kuşatma altına aldığı günlerde, kentte bulunuyordu; kent Türklerin eline geçinceye kadar da orada kalmış ve yaşananları kendi bakış açısından gün gün not etmiştir.

İstanbul'un Fethi








İstanbul'un Fethi, 29 Mayıs 1453'te, şehri günlerdir kuşatan Osmanlı ordusunun, şimdi İstanbul olarak bilinen, o zamanki adıyla Konstantinopolis (Constantinople) şehrini Sultan II. Mehmed Han'ın komutanlığında fethetmesidir.

Bu fetihten sonra Osmanlı Devleti İmparatorluk olmuş, henüz 21 yaşında olan Sultan II. Mehmed, fatih unvanını da alarak Fatih Sultan Mehmed olarak anılmaya başlanmıştır. Tarihteki en önemli devletlerden olan Doğu Roma İmparatorluğu böylelikle sona ermiştir.

İstanbul Fetih edildikten sonra Orta Çağ kapanmış ve 1789 Fransız ihtilali'ne kadar sürecek olan Yeni Çağ başlamıştır.

Tarih: 2 Nisan - 29 Mayıs 1453

Yer: İstanbul (Bizans dönemi ismi: Constantinople)

Sonuç: Osmanlı'lar İstanbul'u ele geçirdi, Bizans İmparatorluğu yıkıldı. II. Mehmed, Fatih (fetheden) ilan edildi.

Bizans İmparatorluğu kumandanı: XI Konstantin

Osmanlı kumandanı: Fatih Sultan Mehmed (İkinci Mehmet)


Arif Nihat Asya'nın Fetih Marşı
Milliyetçi kişiliği ile tanınan Arif Nihat Asya'nın yazdığı bu şiir, Yıldırım Gürses tarafından bestelenmiştir.

Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek;
Dağlardan çektiriler, kalyonlar çekilecek;
Kerpetenlerle surun dişleri sökülecek

Yürü, hala ne diye oyunda oynaştasın?
Fatih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın!..

Sen de geçebilirsin yardan, anadan, serden....
Senin de destanını okuyalım ezberden...
Haberin yok gibidir taşıdığın değerden...

Elde sensin, dilde sen, gönüldesin baştasın...
Fatih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın!..

Yüzüne çarpmak gerek zamanenin fendini...
Göster: Kabaran sular nasıl yıkar bendini?
Küçük görme, hor görme, delikanlım kendini

Şu kırık abideyi yükseltecek taştasın;
Fatih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın!..

Bu kitaplar Fatih'tir, Selim'dir, Süleyman'dır.
Şu mihrap Sinanüddin, şu minare Sinan'dır.
Haydi artık uyuyan destanını uyandır!..

Bilmem, neden gündelik işlerle telaştasın
Kızım, sen de Fatihler doğuracak yaştasın!..

Delikanlım, işaret aldığın gün atandan
Yürüyeceksin... Millet yürüyecek arkandan!
Sana selam getirdim Ulubatlı Hasan'dan....

Sen ki burçlara bayrak olacak kumaştasın;
Fatih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın!..

Bırak, bozuk saatler yalan yanlış işlesin!
Çelebiler çekilip haremlerde kışlasın!
Yürü aslanım, fetih hazırlığı başlasın...

Yürü, hala ne diye kendinle savaştasın?
Fatih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın!..

KMaraş Tarihi

Tarihi 11.yüzyılın sonlarında Anadolu'ya kesin olarak yerleşen Türklerin egemenliğinde kaldı.1243'te Moğol İşgaline uğrayan Maraş,II.Anadolu Beylikleri devrinde Dulkadiroğullarının oldu.1516'da Osmanlı egemenliğine geçen Maraş, 1516-1919 yılları arasında Osmanlı egemenliğinde kaldı.Mütareke Döneminde önce İngilizler,sonra Fransızlar tarafından işgal edildi.


Kurtuluş Savaşı dönemi [değiştir]Maraşın kurtuluş savaşındaki yeri için Kurtuluş Savaşı, özellikle Türk-Fransız Cephesi ve Maraş Savunması makalelerinde anlatılmaktadır. Kurtuluş Savaşı`nda kahramanca düşmanlara saldırmış ve onları yenmişlerdir.Atatürk ise bu davranışa karşılık maraş iline şimdiki adı ile Kahramanmaraş adı vermiştir.

Halkı direnişe sevk eden olaylar şöyle gelişti:Fransız işgalinin ilk günlerinde Maraş kalesinden Türk bayrağı indirildi.Fakat,halk tekrar astı. Sütçü İmam Olayı:Yolda Müslüman kadınlara taciz eden 3 Ermeni asker civardaki kahvelerden birinin müdahalesiyle karşılaştı.Kahvedekilerden 1 kişi öldürüldü, 1'i de yaralandı. Fakat, Sütçü Ali Hoca (Sütçü İmam) olaylara müdahale ederek 2'sini öldürdü. Direnen Maraş halkı 1920 yılında işgalden kurtuldu. 1921 yılında Ankara Antlaşmasını imzalayan Fransa Antep, Urfa ve maraş'ı boşalttı.


Ekonomi Kahramanmaraş şehir merkezi
Kahramanmaraş İlköğretim Okulu
Göksun Çayı
Göksun Çayı'nın üzerinde bir köprü
Sütçü İmam Türbesi
Yerel perspektif [değiştir]Kahramanmaraş'ın ekonomik yapısı, Cumhuriyet'ten 1980'li yıllara kadar genellikle tarım, hayvancılık ve küçük el sanatlarına dayalı olarak gelişmiştir. Bu süreçte şehrin ekonomisi gerek insanların içe dönük üretim ve ticaret stratejisi, gerekse de şehrin devletin ekonomi ve alt yapı konularındaki hizmetlerinden yeteri kadar pay alamamasından dolayı önemli ölçüde büyüme sağlanamamıştır.

Türkiye'de piyasa ekonomisi kural ve ilkelerinin benimsenmeye başlanmasıyla, 1980'li yılların başından itibaren Kahramanmaraş, bu çerçevede izlenen ekonomik politikalara hızla uyum göstermiştir. Ekonomik olarak yeni bir döneme, sanayileşme ve çağdaş ticaret sürecine girilmiştir. Böylece yıllarca gerçekleştirilemeyen ekonomik büyüme için gerek sermaye, gerekse girişimcilik konusunda alt yapı oluşturulmaya başlanmıştır. Devletin, üretime ve ihracata yönelik geliştirdiği teşviksel politikalara hızlı cevap veren ve bu çerçevede teşviklerini doğru kullanarak bu fırsatı iyi değerlendiren Kahramanmaraş'lı girişimciler şehrin bugün sahip olduğu dinamik ekonomik yapıyı kurmuştur.


Kalkınma ve Sanayileşme Süreci [değiştir]Türkiye'de 1960 sonrası sekiz kalkınma planı hazırlanmıştır. İlgili dönemde ekonomik ve toplumsal yapının yeni yasal düzenlemelerle kararlı bir gelişme sürecine gireceği, sorunların bu yöntemle çözümleneceği düşüncesi yaygınlaşmıştır. Siyasal ve ekonomik bunalım yıllarından sonra, hak ve özgürlükleri genişletme ve kararlı bir ekonomik gelişme, demokratik bir anayasal düzenleme ile ekonominin planlanmasını gerektirmiştir

=== Özel sektör yatırımları ===

Kahramanmaraş'ta gerçek anlamda özel sektör yatırımları 1984 yılında başlamıştır. Sanayileşme, genel itibariyle tekstil sektörü alanında gerçekleşmiştir. Bununla birlikte, geçmişten gelen küçük el sanatlarından bakırcılık ve alüminyumculuğun uzantısı olarak çelik mutfak eşyaları sektörü de aynı sanayileşme eğiliminden payını oldukça önemli ölçüde almıştır.

Sektör büyüklüğü açısından, tekstil sanayinden sonra ikinci sırada Çelik Eşya Sanayi yer almaktadır. Kentin en önemli sektörlerinden biri olan Toz ve Pul Bibercilikte sanayileşmeye paralel olarak gelişme eğilimindedir. Kahramanmaraş'ın ülkemizde ün kazanmasına yola açan dondurma sektörü en hızlı gelişen sektörler arasındadır. Kahramanmaraş dondurması sanayileşmeden büyük ölçüde etkilenmiş, ülkemiz sınırlarını aşmış ve öncelikle yakın ülkeler ve ABD, daha sonrada tüm dünya ülkelerine yayılma sürecine girmiştir.

Sanayileşme sürecinde oldukça yüksek bir hıza ulaşılmıştır. Bu dönemde birçok yatırım hayata geçirilmiştir. Tekstil sektörü lider durumunda olmak üzere Konfeksiyon, Çelik Mutfak Eşyası, Pamuk İşleme (çırçır), İnşaat, Bankacılık, gıda, Yem, Ambalaj, Kağıt ve Makine İmalatı, Isıtma ve Soğutma sistemleri sektörleri iktisadî profilin ana hatlarını oluşturmuştur. Nakliye, Kuyumculuk, Bakır ve Alümiyum Doğramacılık, Plastik Doğramacılık, Kereste ve Yapı Malzemeleri Sanayi gibi diğer sektörler de kent ekonomisinin dinamiklerini oluşturmaktadır.

Kahramanmaraş ekonomisinin en gelişmiş sektörü olan tekstilde, özellikle teknoloji ve kalitede ulaşılan nokta Türkiye standartlarının üstüne çıkmıştır. Dünya tekstil pazarlarında teknolojik olarak ve kalite bakımından rahatça rekabet edebilecek yetenek kazanmıştır. Böylece uluslararası bir hammadde merkezi haline gelmiştir. Kentin olduğu gibi ülkenin de iktisadî büyümesinde tartışılmaz bir statüye sahip olan Tekstil Sanayi yüksek döviz girdisi sağlamaktadır.

Bu bölümde Kahramanmaraş'ta özel ve kamu kesimi tarafından kalkınma planları çerçevesinde gerçekleştirilen kalkınma çabaları konusunda bilgiler verilmiştir. Öncelikle, özellikle 1980'li yıllarda gerçekleştirilen özel kesim yatırımları kentin ekonomi büyüklüğünden önemli bir pay almaktadır. Bu bakımdan öncelik sırası özel sektöre verilmiştir.


Coğrafya [değiştir]Kahramanmaraş Coğrafik olarak 3/4 ü dağlarla kaplı, Büyük Çoğunluğu Akdeniz bitki örtüsüne sahiptir. Akdeniz İkliminin yanı sıra Güneydoğu Anadolu iklimi(Pazarcık İlçesi) Doğu Anadolu Karasal İklimi(Elbistan ve Afşin İlçesi) Akdeniz Yayla İklimi(Andırın ve Göksun İlçesi) görülmekte bu kadar farklı iklimlerin bir arada olması bitki çeşitliliğini de beraberinde getirmektedir. Tabi ve bozulmamış bir coğrafya ya sahip olan Kahramanmaraş ın Karadeniz Bölgesini aratmayacak güzellikte birçok yaylası mevcut olup bunlardan sadece Başkonuş Yaylasına asfalt yol ile ulaşılabilmekte ve bu yayla da dinlenme tesisleri bulunmaktadır. Diğer yaylalara bir kısmına ise ancak meraklıları yaya ulaşabilmektedir, bir kısmına ise stabilize yol mevcuttur. Yayla ve Tracking turizmi potansiyeline sahip yaylalar. Başkonuş yaylası; Kahramanmaraş-Andırın yolu üzerinde, Yenicekale çevresinde yer alan zengin bir orman dokusunun oluşturduğu ve yayla karakteri gösteren bir bölgedir.Kahramanmaraşın en önemli yaylalarından biridir. Yükselti 1785 m.dir. Başkonuş'ta geyik üretme çiftliği bulunmaktadır. Elektrik, telefon yol ve çevre düzenlemesi yapılmış olan alanda, orman idaresine ait sosyal tesisler (konaklama, lokal, lokanta vb.) bulunmaktadır. Yavşan (Uludaz) Yaylası; Şehir Merkezine 35. km mesafede olup yolun 15 km. kadar kısmı bozuk stabilizedir, arazi veya pick-up türü araçlarla gitmek mümkün olmaktadır. Yaylanın alanı dar olmakla birlikte sedir ve göknar ağaçlarından oluşan ormanı, teneffüs etmeye değer bir havası ve içimine doyulmayacak tadda suyu vardır. Rakımı yaklaşık 1700 - 1800 m arasında değişmektedir.Engizek Yaylası ; Şehir Merkezine oldukça uzak mesafe de olup ( yaklaşık 120 km.) Çok geniş düzlüklere sahip bir yayladır, rakımı yaklaşık, 2200 m ile 2600 m arasında değişmektedir.Ahırdağ Karagöl Yaylası ; Şehir Merkezine 13 km .mesafededir.Karagöl Yaylasında, Kış ve bahar aylarında yağan kar ve yağmur sularının birikmesiyle küçük bir göl oluşmakta, gölün suyu temmuz ayı ortalarında tamamen çekilmektedir. Ağaç ve Orman mecut olmayıp rakımı yaklaşık 1600 m civarıdır.Ahırdağ Eğrigöl Yaylası; Şehir Merkezine 20 km. mesafededir.Eğrigöl Yaylasında Kış ve bahar aylarında yağan kar ve yağmur sularının birikmesiyle küçük bir göl oluşmakta gölün suyu temmuz ayı ortalarında tamamen çekilmektedir. Ağaç ve Orman mecut olmayıp rakımı yaklaşık 2100 m civarıdır.Ağıllı Yaylası; Kahramanmaraş Kayseri Karayolunun 40.km.Fırnız,yol ayrımındanFırnız Köyü Karadut Obasından 5 km.lik bir yürüyüşle ulaşılabilir.Ağıllı Yaylası bitki çeşitliliğinin ve Yaşlı Ardıç ağaçlarının bulunduğu çevresi ormanlarla çevrili geniş düzlüklere sahiptir.Doğal hali bozulmamıştır.Rakımı yaklaşık 1500 m.ile 1900 m arasında değişmektedirSeen Yaylası; Kahramanmaraş Merkez İlçe ile Andırın İlçesi arasında bulunan Seen yaylasına, Andırın İlçesi Sisne ve Akgümüş Köylerinden stabilize bir yolu mevcut olup araba ile de ulaşmak mümkündür. Dört tarafı dağlarla çevrili geniş bir düzlüğe sahiptir. Doğal hali bozulmamıştır. Kuzey batı yamaçlarında el değmemiş (Ardıç,Sedir ve Göknar ağaçlarından oluşan)sık ve geniş orman alanları mevcuttur. Rakımı yaklaşık 1400 m ile 1500 m arasında değişmektedir. Ağoluk Yaylası; Kahramanmaraş Merkez Kaynar Köyünden (Şehir Merkezine 55 km.mesafede) 4 km.lik bir yürüyüşle ulaşmak mümkündür. Rakımı yaklaşık 1700 m. dir.Akifiye Yaylası; Akifiye Yaylası, Kahramanmaraş Andırın İlçesi Akifiye Köyünün batı tarafında olup çok değişik yapraklı ve iğne yapraklı ağaç türlerini bünyesinde barındıran sık ağaçlı ormanları mevcut olup tabii hali hiç bozulmamış ender bir ormana sahiptir. Kümperli Köyü - Delihacılı Köyü Yaylaları; Şehir Merkezine 35 km. mesafedeki Kümperli köyünden sonra yaklaşık 10 km.lik stabilize yol ile araba ile ulaşmak mümkündür. Yaylanın Güneyindeki Yalnız Mezla Dağında yapraklı ve iğne yapraklı ağaçlardan oluşan el değmemiş bir orman mevcuttur. Özellikle Doğa ve Orman yürüyüşcülerine tavsiye edilir. Rakım yaklaşık 1400 m ile 1800 m arasında değişmektedir.Göksun İlçesi Yaylaları; Göksun İlçesininde birçok yaylası mevcut olup bu yaylalar daha çok hayvancılık amaçlı kullanılmaktadır.

Nerdesin şevketlim, Sultan Hamid Han?







Sultan Abdülhamid Han'in Ruhâniyetinden Istimdat
Nerdesin şevketlim, Sultan Hamid Han?
Feryâdım varır mı bârigâhına?
Ölüm uykusundan bir lâhza uyan,
Şu nankör milletin bak günâhına.


Târihler ismini andığı zaman,
Sana hak verecek, ey koca Sultan;
Bizdik utanmadan iftira atan,
Asrın en siyâsî Padişâhına.


'Pâdişah hem zâlim, hem deli' dedik,
İhtilâle kıyam etmeli dedik;
Şeytan ne dediyse, biz 'beli' dedik;
Çalıştık fitnenin intibahına.


Dîvâne sen değil, meğer bizmişiz,
Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz.
Sade deli değil, edepsizmişiz.
Tükürdük atalar kıblegâhına.


Sonra cinsi bozuk, ahlâkı fena,
Bir sürü türedi, girdi meydana.
Nerden çıktı bunca veled-i zinâ?
Yuh olsun bunların ham ervâhına!




Bunlar halkı didik didik ettiler,
Katliâma kadar sürüp gittiler.
Saçak öpmeyenler, secde ettiler.
bir asi zabitin pis külâhına.


Haddi yok, açlıkla derde girenin,
Sehpâ-yı kazâya boyun verenin.
Lânetle anılan cebâbirenin
Bu, rahmet okuttu en küstâhına.


Çok kişiye şimdi vatan mezardır,
Herkesin belâdan nasîbi vardır,
Selâmetle eren pek bahtiyardır,
Harab büldânın şen sabahına.

Milliyet dâvâsı fıska büründü,
Ridâ-yı diyânet yerde süründü,
Türkün ruhu zorla âsi göründü,
Hem Peygamberine, hem Allâh'ına.


Lâkin sen sultânım gavs-ı ekbersin
Âhiretten bile himmet eylersin,
Çok çekti şu millet murada ersin
Şefâat kıl şâhım mededhâhına


rıza tevfik bölükbasi

Sultan 4. Murat kimdir



Saltanatı: 1623-1640
Babası: I. Ahmed Han - Annesi: Mahpeyker Kösem Sultan
Doğumu: 27 Temmuz 1612 Vefatı: 9 Şubat 1640

27 Temmuz 1612'de İstanbul'da doğan şehzade Murat, tam bir İslam terbiyesi ve ahlakı ile yetiştirildi. Enderin mektebindeki hocalardan hususi dersler aldı. Genç Osman'ın başına gelen acı felaket ve yerine geçen amcası Mustafa Han'ın kısa bir süre sonra tahttan indirilmesi üzerine, henüz on bir yaşında iken 10 Eylül 1623'te Osmanlı tahtına çıktı. Eyyub Sultan hazretlerinin türbesinde hocası Aziz Mahmud Hüdai'nın elinden kılıç kuşandı. Yaşı küçük olduğu için, devleti bilfiil idare edemeyeceği görüşü hakim olarak, annesi Mahpeyker Kösem Sultan saltanat naibesi tayin edildi.

Çok zeki ve seri anlayışlı ve hafızası kuvvetli olduğundan, yaşı ilerledikçe, devlet işlerine alakası artıyordu. Zaman zaman halkın içine girer değişik kıyafetlerle onların sohbetlerini dinlerdi. Halkın derdini halktan bir kimse olarak yerinde incelerdi. İnsanların kimden nasıl zarar gördüğünü, zulüm merkezlerini tek tek tespit etti.

Diğer taraftan Sultan Murat'ın saltanatının bu ilk devresinde, payitaht İstanbul ve Anadolu'da asayişsizlik büyük ölçüde artmıştı. Abaza Mehmet Paşa'nın çıkardığı isyan büyümüş ve bu karışıklıklar sırasında Bağdat İran kuvvetlerinin eline geçmiş bulunuyordu. Sadrazam olan Hüsrev Paşa'nın azlini bahane eden yeniçeriler ve sipahiler ayaklanarak saraya yürüdüler ve yeni sadrazam Müezzinzade Hafız Ahmet Paşa'yı öldürdüler (1632). Bundan sonra zorbaların zoru ile sadrazam olan Recep Paşa döneminde İstanbul'da karışıklıklar günlerce sürdü. En küçük bir olayda Recep Paşa'nın tahriki ile harekete geçen zorbalar yeni kelleler istiyorlardı.

Nihayet yirmi yaşını dolduran ve vücutça çok kuvvetli, demir pençeli ve gözü pek bir yiğit olan genç Padişah, 18 Mayıs 1632'de huzuruna çağırdığı Recep Paşa'ya: "Gel beru topal zorbabaşı. Bre mel'un abdest al!" dedikten sonra "Şu hainin tiz başını kesin." diyerek öldürttü ve devlet idaresini eline aldı. Bundan sonra yeniçerileri ve sipahileri itaat altına alarak kendisine bağlılık yemini ettiren Sultan, tütünü ve alkollü içkileri yasakladı. Kahvehaneleri, meyhaneleri kapattı. Zorbaları ve emirlere karşı gelenleri şiddetle cezalandırdı. Memleketin her tarafına huzur ve asayiş geldi.

IV. Murat Han, daha sonra ordusunun başına geçerek hükümdarlığının ilk yıllarında kaybedilen toprakları geri almak için teşebbüse geçti. 1634 baharında Lehistan seferine çıktı ise de Lehliler derhal Padişah'ın şartlarını kabul ederek bir anlaşma yapmaya muvaffak oldular.1635'te İran seferine çıkan Sultan, Revan ve Hoy kalelerini aldıktan sonra Tebriz'e girdi. Ertesi yıl en büyük arzusu olan Bağdat'ın fethi için tekrar İran üzerine sefere çıktı. Şehir kuşatılıp, Padişah'a İmam-ı Azam'ın türbesini ziyaret etmesi teklif edildiğinde; "Bağdat, sapıkların pis ayaklarıyla kirlenirken, gidip o yüce imamı ziyaretten haya ederim" cevabını verdi. Şiddetle cereyan eden çarpışmalar sonunda muharebenin 39. günü Bağdat fethedildi. Müslümanların en mübarek makamlarından olan İmam-ı Azam'ın türbesini ziyaret eden Padişah, kurbanlar kestirip, içerisini ipek halılar, kıymetli şallar ve altın, gümüş murassa kandillerle süsletti. Ertesi yıl İran'la Kasr-ı Şirin antlaşması imzalanmış ve bu antlaşma ufak değişikliklerle günümüze kadar devam etmiştir.

Sultan IV. Murat Han, İran seferinin üzerinden çok geçmeden daha önce yakalanmış olduğu Damla hastalığının ilerlemesi üzerine kurtulamayarak 8/9 Şubat 1640 günü henüz 28 yaşında iken vefat etti.

Murat Han, çok kuvvetli olup, kılıç, ok, harbe ve başka silahları kullanmakta usta idi. Güçlü bir iradeye ve hafızaya sahip bulunuyordu. Arapça ve batı dillerine hakimdi. İlmi ve ilim adamlarını çok sever, fırsat buldukça ilim meclislerine gider, onları teşvik ederdi. Tahta geçtiğinde bomboş olan hazinede vefatında on beş milyon altın olup, gümüş paranın haddi hesabi yoktu. İç huzura o kadar önem verirdi ki, zamanında halk büyük bir rahatlık ve emniyet içinde yaşamıştır. Son derece adil olan Sultan, din ve devletin menfaatine ters düşen en küçük hataları bile affetmedi. Dedesi Yavuz Sultan Selim Han gibi o da Hırka-i saadet dairesinde Kur'an-ı Kerim okurdu. Dördüncü Murat Han'ın müspet icraatları, devlete asrın sonuna kadar devam edecek bir azamet kazandırmıştır.

Bosna-Hersek'te Sırp Katliamı




Sırpların Bosna-Hersek'te gerçekleştirdikleri katliam 1992 yılı boyunca bütün İslâm dünyasında gündemin birinci konusu idi. Doğu blokunda ortaya çıkan bağımsızlık hareketlerinin etkisiyle altı cumhuriyetle iki özerk bölgeden meydana gelen Yugoslavya federasyonunun dağılması üzerine sözkonusu altı cumhuriyetten biri durumundaki Bosna-Hersek'te de 1 Mart 1992 tarihinde halkın bağımsızlığı isteyip istemediğinin ortaya çıkarılması amacıyla bir referandum gerçekleştirildi. Bu referanduma katılanların % 99.43'ü bağımsızlığa "evet" oyu verdi. Bosna-Hersek yönetiminin de bu sonuca dayana- rak bağımsızlık kararı alması üzerine bu cumhuriyetteki Sırp milislerin lideri Radovan Karaciç "bağımsızlığı kabul etmeyeceğiz. Eğer Bosna bağımsız olursa, Müslüman, Sırp ve Hırvatların çatışmasından kaçamayız. Umarım bu bir uyarı olur. Aksi takdirde, Kuzey İrlanda, Bosna-Hersek'in yanında bir tatil merkezi gibi kalır" diye açıklama yaptı. Bunun yanısıra Radovan Karaciç'e bağlı Sırp milisler de, bağımsızlık kararı alan cumhurbaşkanı Aliya İzzet Begoviç'in liderliğindeki Bosna-Hersek yönetimini zor durumda bırakmak amacıyla yollara barikatlar kurmaya, yer yer Müslüman yerleşim merkezlerine saldırılar düzenlemeye ve hayatı zorlaştırmayı amaçlayan eylemler düzenlemeye başladılar. Zaman içerisinde Sırbıstan Cumhuriyeti'nden gelen milisler ve federal ordunun da destek sağlaması ile Müslümanlara yönelik saldırılar şiddetlendi. Artık Sırp saldırıları kademe kademe bir katliama dönüşüyordu.

Sırpların saldırılarının şiddetlenmesi üzerine 19 Mart 1992 tarihinde Bosna-Hersek başbakan yardımcısı Muhammed Cengiç, Türkiye'ye gelerek yardım istedi. Ancak Türkiye, uluslararası platformdaki bazı girişimlerin dışında Bosna-Hersek'e fiili herhangibir yardımda bulunmadı. Türkiye'nin yardımda bulunmaması Sırp milislere daha da cesaret kazandırdı. Çünkü Sırplar, Bosna-Hersek Müslümanlarına destek sağlayabilecek tek ülke olarak Türkiye'yi görüyorlardı.

Sırplarla Müslümanlar arasında Mart ayının sonuna doğru gerçekleştirilen ateşkes bir hafta sonra Sırplar tarafından bozuldu ve Bosna-Hersek' in bağımsızlığına karşı çıktığından dolayı Sırp milislere destek veren Yugoslav Federal Ordusu Bosna-Hersek'in başkenti Saraybosna'ya girerek havaalanını işgal etti. Sırp işgallerinin başlaması ile birlikte Bosna-Hersek Müslümanları da can endişesi ile vatanlarını terketmeye başladılar. Toplu göç hareketi ilk olarak, Sırpların, halkının % 70'i Müslüman olan Zvornik şehrini işgal etmeleriyle başladı. 13 Nisan 1992 tarihinde de 140 bin Müslüman evini yurdunu bırakarak Bosna-Hersek dışına göçetti.

Sırp milisler işgal ettikleri yerlerde esir ettikleri Müslümanlara çok kötü muamele ediyor, pek çoklarını da insafsızca öldürüyorlardı. Üstelik bu katliamları gerçekleştirirken yaşlı, genç, çocuk, kadın ayrımı yapmıyorlardı. Mesela 15 Nisan 1992 tarihinde Biyelyina şehrine girdiklerinde bin Müslümanı çocuk, kadın, yaşlı ayrımı yapmadan öldürmüşlerdi. Sırpların bu uygulamaları Müslümanların göç hareketine daha da hız kazandırdı. Çünkü henüz toprakları işgal edilmemiş olan Müslümanlar da gelecekleri açısından endişeye kapılıyor ve Sırpların kendi topraklarına da girerek işgal etmiş oldukları bölgelerde ele geçirdikleri Müslümanlara yaptıklarının aynısını kendilerine de yapabileceklerini düşünüyorlardı.

Bosna-Hersek Müslümanlarını en çok sıkıntıya sokan durum da, Avrupa'nın üçüncü büyük ordusu durumundaki Yugoslavya Federal Ordusu'nun Sırp çetnikleri (milisleri) ile birlikte hareket etmesi, onlara her bakımdan destek vermesiydi. Buna karşılık Müslümanların arkalarında herhangibir askeri destek olmadığı gibi Sırp saldırganlar karşısında direnen Müslümanlar silah yönünden çok geri durumdaydılar. Ayrıca Sırp milislerin birçoğu daha önce Hırvatistan ve Slovenya'da bir savaş tecrübesi kazanmışlardı. Müslüman mücahitler ise bu tecrübeyi Sırp milisler karşısında verecekleri silahlı mücadele ile kazanacaklardı. Bunun yanısıra Bosna-Hersek Müslümanlarının dış dünyadan önemli bir destek görememeleri, daha önce Sırplara karşı Slovenlere ve Hırvatlara doğrudan destek veren ABD'nin ve Avrupa ülkelerinin Sırpların Bosna-Hersek'te gerçekleştirdikleri katliamları bazı ufak tefek kınamalarla geçiştirmeleri ve gelişmelere genellikle seyirci kalmaları Müslümanların daha da zor durumda kalmalarına sebep oluyordu. Hatta bunun da ötesinde ABD ve Avrupa ülkeleri Müslümanların Sırp saldırıları karşısında direnişe geçmelerini hoş karşılamadıklarını ifade etmekten kaçınmıyorlardı. Mesela ABD Dışişleri bakanlığı sözcüsü Margaret Tutwiller Müslümanların direnişe geçmeleri üzerine yaptığı açıklamasında Hırvat milislerin ardından Müslüman milislerin çarpışmaya girdiklerine işaret ettikten sonra "Mevcut durum içerisinde hiç kimse masum değildir" ifadesini kullandı.

İşte bütün bu sebeplerden dolayı Sırp milisler çok geçmeden Bosna-Hersek'in başkenti Saraybosna'da kontrolü ele geçirdiler. Bunun yanısıra Bosna-Hersek'in önemli merkezlerini işgal etmeyi de başardılar. Sırplar işgal ettikleri yerlerde hem yukarıda belirttiğimiz üzere bir katliam hem de yıkım gerçekleştiriyorlardı. Özellikle camileri ve İslâmi izler taşıyan muhtelif tarihi eserleri yıkmaya özen gösteriyorlardı.

Sırp saldırılarının iyice şiddetlenmesi üzerine meseleye görüşmeler yoluyla çözüm bulunması için arayışlara girildi. Bu amaçla 28 Nisan 1992 tarihinde Portekiz'in başkenti Lizbon'da, Avrupa Topluluğu'nun Yugoslavya özel temsilcisi Jose Gutelheior'un başkanlığında bazı görüşmeler başlatıldı. Bu görüşmelere başlangıçta katılmayan Bosna-Hersek cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç daha sonra katılmaya karar verdi. Ancak bu görüşmelerde çözüm konusunda herhangibir ilerleme sağlanamadı. Üstelik Yugoslav Federal Ordu birlikleri Bosna-Hersek cumhurbaşkanı İzzetbegoviç'i Lizbon'dan ülkesine döndüğü sırada rehin alarak 24 saat rehin tuttular.

Federal ordu birlikleri zaman zaman Saraybosna'nın bazı bölgelerini top ve füze ateşine tutuyorlardı. Hatta federal orduya bağlı uçakların Saraybosna'ya yakın tepelerden Dervanta'ya kimyasal veya biyolojik silah attıkları bildirildi. Bunun yanısıra Sırpların Saraybosna'da öldürdükleri Müslümanların cesetlerini toplu mezarlara gömdükleri veya dere kenarlarına attıkları tesbit edildi.

Sırp saldırılarının şiddetlenmesi üzerine Birleşmiş Milletler'in müdahalede bulunması için çağrıda bulunuldu. Bosna-Hersek dışişleri bakanı, Birleşmiş Milletler'in Körfez savaşında olduğu gibi Bosna-Hersek'te de bir askeri operasyon gerçekleştirmesini istedi. Ancak Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi sadece, Yugoslavya federal ordusuna Bosna-Hersek topraklarından çekilmesi için çağrıda bulunmakla yetinerek doğrudan müdahalede bulunmak için durumun müsait olmadığını ileri sürdü. Bu arada Avrupa Topluluğu Yugoslavya özel temsilcisi Lord Carington da yaptığı açıklamasında, çatışmaların devam etmesi halinde yapılacak bir şeyin olmadığını ileri sürdü. Gerek Birleşmiş Milletler'in ve gerekse Avrupa Topluluğu'nun Bosna-Hersek' te gerçekleştirilen katliam karşısında bu derece pasif kalmaları Sırplara daha da cesaret kazandırıyordu.

11 Mayıs 1992 tarihinde İslâm Konferansı Örgütü tarafından yayınlanan bir bildiride bütün İslâm ülkelerinin Bosna-Hersek'e yardımda bulunması istendi. İslâm Konferansı Örgütü, Birleşmiş Milletler teşkilatını da Bosna-Hersek'teki katliamı durdurmak için müdahalede bulunmaya çağırdı.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, yapılan çağrılar üzerine 31 Mayıs 1992 tarihinde toplanarak Sırbistan ile Karadağ'ın oluşturduğu yeni Yugoslavya Federasyonu'na bazı yaptırımlar uygulanmasını kararlaştırdı. 757 sayılı bu BM Güvenlik Konseyi kararında yeni Yugoslavya Federasyonu'ndan Bosna-Hersek'in içişlerine karışmaması ve bütün milis güçlerini bu cumhuriyetten çekmesi istendi. Daha sonra 1 Haziran 1992 tarihinde yine BM'nin girişimiyle bir ateşkes sağlandı. Ancak Sırplar bu ateşkesi hemen bir gün sonra bozarak yeniden başkent Saraybosna'yı top ateşine tutmaya başladılar. BM Güvenlik Konseyi'nin 757 sayılı kararı da askeri bir baskı ile desteklenmediğinden ve yaptırımlar da ciddi bir şekilde uygulanmadığından Sırplar üzerinde caydırıcı bir etki yapmamıştı. Aliya İzzetbegoviç'in Bosna-Hersek' deki çarpışmaların durdurulması için BM tarafından askeri birlikler gönderilmesi talebi, BM genel sekreteri Butros Gali tarafından "böyle bir şeyin çok riskli olacağı" iddiası ile reddedildi. ABD başkanı George Bush da, Sırbistan ve Karadağ'a karşı uygulanan yaptırımların etkisini göstereceğini ileri sürerek bu ülkelere askeri müdahalede bulunmanın gereksiz olacağını ileri sürdü. BM bazı incelemelerde bulunmaları üzere gönderdiği barış gücü temsilcilerini de 17 Mayıs 1992 tarihinde geri çekti. Daha sonra BM tarafından gönderilecek yardımların belli yerlere ulaştırılmasının sağlanması amacıyla bazı barış gücü birlikleri gönderildi. İngiltere de aynı gün yaptığı açıklamasında Bosna-Hersek'e çekiç güç gönderilmesine kesinlikle karşı olduğunu bildirdi. Öte yandan NATO, 4 Haziran tarihinde yaptığı açıklamada, yeni Yugoslavya Federasyonu'na BM tarafından uygulanan yaptırımlara destek sağlanması amacıyla askeri müdahalede bulunulmasına karşı olduğunu bildirdi.

Avrupa ülkelerinin, ABD'nin ve BM, NATO, AT gibi uluslararası teşkilatların olaylara doğrudan müdahalede bulunmaktan kaçınmalarından cesaret alan ve dolayısıyla BM'nin girişimleri ile gerçekleştirilen ateşkes anlaşmalarını da bir gün sonra hemen bozan Sırp milisleri saldırı çemberlerini gittikçe genişlettiler.

8 Temmuz 1992 tarihinde yeni Yugoslavya Federasyonu'nun Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı (AGİK) üyeliğinin askıya alınması kararlaştırıldı.

10 Temmuz'da AGİK 4. İzleme Konferansı'nın bitiminde yayınlanan bir deklarasyonda Bosna-Hersek'teki olaylardan Belgrad yönetiminin sorumlu olduğu bildirildi. Aynı paralelde NATO tarafından da yeni Yugoslavya'ya uygulanan yaptırımları denetlemek amacıyla Adriyatik denizine bir deniz gücü yerleştirilmesi kararlaştırıldı. Bu deniz gücü 16 Temmuz tarihinde göreve başladı. Aynı günlerde yeni Yugoslavya'nın yeni başbakanı Milan Paniç İspanya'da yayınlanan El Mundo gazetesine verdiği demeçte ABD başkanı George Bush ile dışişleri bakanı James Baker'in ülkesine müdahale edilmeyeceği yolunda kendisine söz verdiklerini bildirdi.

17 Temmuz tarihinde yine AT temsilcisi Jose Gutelheior'un başkanlığında Londra'da yürütülen barış görüşmeleri sonucu taraflar arasında 18 Temmuz'dan itibaren yürürlüğe girecek 14 günlük bir ateşkes anlaşması imzalandı. Ancak Sırplar bu ateşkes anlaşmasını da iki gün sonra ihlal ederek yeniden saldırıları başlattılar.

BM Güvenlik Konseyi'nin yaptırım kararları da Sırpları çok fazla etkilemediği halde Müslümanları bazı yönlerden olumsuz olarak etkiledi. Çünkü BM barış gücü kuvvetleri bu karar gereğince Müslümanların dışardan silah almalarını engellediler. Mesela Müslüman Boşnaklara silah temin etmek için Saraybosna'ya giden bir İran uçağı, BM barış gücü birlikleri tarafından yükünü boşaltmadan dönmeye zorlandı. BM güçleri Müslüman boşnakların başka yollardan silah temin etmelerini de büyük ölçüde engellemeye çalıştılar. Öte yandan Sırplar Yugoslavya federal ordusunun mirasına konduklarından önemli bir silah stoğuna sahip oldukları gibi bazı ülkelerden gizli yollarla silah da temin edebiliyorlardı. Öte yandan Bosna - Hersek yetkilileri Adriyatik Denizi'ne yerleştirilen NATO deniz birliklerinin de yeni Yugoslavya'ya uygulanan yaptırımların delinmesini önleyemediklerini bildirdiler.

Sırplar, işgal ettikleri Bosna-Hersek toprakları üzerinde "Bosna Sırp Cumhuriyeti" adıyla yeni bir cumhuriyet ilan ederek devlet başkanlığına da Sırp milislerin lideri Radovan Karaciç'i getirdiler.

26 Ağustos 1992 tarihinde Londra'da "Uluslararası Yugoslavya Konferansı" adıyla bir konferans başlatıldı. Ancak bu konferansta katliamı gerçekleştiren Sırpları dize getirmeyi amaçlayan ciddi bir karar alınmazken, konferans sonunda yayınlanan bildiride tarafların müzakereler yoluyla yapılacak sınır değişikliğine hazır olmaları istenerek Bosna-Hersek'in savaş öncesi sınırlarının değişebileceği ima edildi. Bu ifade, Sırpların Bosna-Hersek topraklarını bölme planlarının Avrupa ülkeleri tarafından kabul gördüğü anlamını taşıyordu. Bosna-Hersek devlet başkanı yardımcısı Stepan Kljejic de Londra konferansı ile ilgili açıklamasında bu konferansın tam bir felaket olduğunu dile getirdi.

Alman gazetelerinden Frankfurter Allgemeine'nin, BM birliklerinin Batı Bosna'da Sırp birliklerine lojistik destek sağladığı yolundaki iddiası da, sözkonusu teşkilatın Sırp saldırılarının durdurulması için gerçekleştirdiği birtakım diplomatik girişimlerin ciddi olmadığını ortaya koyuyordu. Frankfurter Allgemeine gazetesi, BM birliklerinin himayesinde Batı Bosna'da bir hava köprüsü oluşturularak Sırp birliklerine askeri malzeme temin edildiğini ileri sürmüştü. Bu gibi haberlerin ortaya çıkmasından hemen sonra ABD yönetimi de dikkatleri başka yönlere çekmek amacıyla, Müslümanların BM kontrolüne verilen Sırplara ait ağır silahların toplandığı yerleri bombaladıklarını ileri sürdü. ABD yönetimi Bosna-Hersek'teki çatışmaların sorumlusu olarak Sırpları ve Belgrad yönetimini görürken Saraybosna yönetiminin ve Müslümanların da bu çatışmaları kışkırtıklarını ileri sürdü.

BM Genel Kurulu 23 Eylül 1992 tarihinde aldığı bir kararla Sırbistan ile Karadağ'ın oluşturduğu yeni Yugoslavya Federasyonu'nu BM Genel Kurulu üyeliğinden çıkardı. Ancak BM Güvenlik Konseyi de aynı tarihte, yeni Yugoslavya'nın tekrar üyeliğe alınabilmesi için yeniden müracaatta bulunması üzere bir tavsiye kararı aldı.

7 Ekim 1992 tarihinde Bosna-Hersek'in başkenti Saraybosna'nın silahtan arındırılması üzere Cenevre'de birtakım görüşmeler başlatıldı. Ancak Bosna-Hersek cumhurbaşkanı İzzetbegoviç Sırp saldırıları devam ettiği sürece bu görüşmelerin sonuç getirmeyeceğini ifade ederek Cenevre toplantısına katılmadı.

BM Güvenlik Konseyi, 9 Ekim 1992 tarihinde Bosna-Hersek hava sahasının BM uçakları dışında bütün uçaklara kapatılmasını kararlaştırdı. Ancak Bosna-Hersek'in BM daimi temsilcisi bu kararın en başta kendi aleyhlerine olacağına dikkat çekerek, "Sırplar uçak kullanamayacak ama biz de dost ülkelerden yardım alamayacağız" diye konuştu. Bundan sonraki tarihlerde BM Güvenlik Konseyi'ne, Bosna-Hersek'e uygulanan ambargodan en çok saldırıya maruz kalan Müslümanların zarar gördükleri hatırlatılarak bu ambargonun kaldırılması teklif edildi ancak Güvenlik Konseyi bu teklifleri reddetti. Bosna-Hersek cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç BM'nin bu tutumu dolayısıyla, Yugoslavya konferansı eşbaşkanlarından Cyrus Vance'a gönderdiği mektupta Bosna-Hersek'e yönelik silah ambargosunun büyük adaletsizlik olduğunu bildirdi. İzzetbegoviç mektubunda şunları söyledi: "Silah ambargosunun kaldırılmasının Bosna Hersek'teki savaşı kızıştıracağını söylediniz. Ancak savaş şu anda, özellikle ambargo sebebiyle zaten olabileceği kadar kızgın...Savaş saldırganların silaha sahip olması bizim ise silahımızın olmaması sebebiyle devam ediyor. İki tarafı da eşit kabul etmeniz benim milletim için büyük bir adaletsizlik. Saldırganın bizi yoketmesine yardım ettiğinizi düşünüyorum".

Uluslararası Yugoslavya Konferansı eşbaşkanları Cyrus Vance ile Lord Owen tarafından 6 Kasım 1992 tarihinde Sırplara ellerindeki ağır silahları teslim etmeleri üzere çağrı yapıldı ve bunun için bir hafta süre tanındığı bildirildi. Ancak bir hafta içinde Sırpların silahlarını teslim etmemeleri durumunda ne şekilde cezalandırılacakları yolunda herhangibir açıklamada bulunulmadı. Dolayısıyla Sırplar bu çağrıyı da pek nazarı itibara almadılar. Çünkü silahlarını teslim etmemeleri durumunda herhangi bir şekilde cezalandırılmayacaklarını biliyorlardı.

11 Kasım 1992 tarihinde BM özel temsilcisi Cyrus Vance ve Avrupa Topluluğu arabulucusu Lord Owen'in girişimleri ile taraflar arasında bir ateşkes anlaşması imzalandı. Ancak Sırplar bu ateşkes anlaşmasına uymayarak saldırılarını sürdürdüler.

Sırplar bundan sonraki tarihlerde de değişik vesilelerle ateşkes anlaşmaları imzaladılar. Ancak anlaşmanın gerçekleştirilmesinin üzerinden bir kaç saat bile geçmeden yine kendileri bu anlaşmaları bozuyorlardı. Sırpların bu tutumları onların ateşkes anlaşmalarını da bir oyalama, bazı zor durumları atlatma taktiği olarak kullandıklarını gösteriyordu.

İslâm Konferansı Teşkilatı genel sekreteri Hamid el-Gabid Kasım ayı ortalarında gerçekleştirdiği Bosna-Hersek ziyaretinden sonra İslâm ülkelerini Bosna-Hersek'in Sırp saldırılarından korunması için doğrudan müdahalede bulunmaya çağırdı. Ancak bu çağrı üzerine harekete geçen bir ülke olmadı.

25 Kasım 1992 tarihinde Türkiye'nin çağrısıyla, İstanbul'da, Bosna-Hersek'te yaşanan durumun görüşülmesi ve bu bölgedeki savaşın bütün Balkanlar'a yayılmasının engellenmesi için alınabilecek tedbirler üzerinde durulması amacıyla bir zirve gerçekleştirildi. Yunanistan, Sırbistan ve Karadağ'ın dışındaki bütün Balkan ülkelerinin katıldığı zirve sonunda yayınlanan ortak bildiride Sırp saldırılarının bütün Balkan ülkelerini tehdid ettiğine dikkat çekildi. Ancak zirve Bosna-Hersek probleminin çözümü açısından yeni bir şey ortaya koymadı.

Bu olayın hemen arkasından 1 Aralık 1992 tarihinde Suudi Arabistan' ın Cidde şehrinde İslâm ülkeleri dışişleri bakanları Bosna-Hersek kriziyle ilgili bir toplantı gerçekleştirdiler. Bosna-Hersek dışişleri bakanı Haris Slaciç de toplantı başlamadan önce yaptığı açıklamada bu toplantının Bosna-Hersek için son ümit olduğunu söyledi. Ancak bu toplantıda Bosna-Hersek'le ilgili olarak alınan kararlar sadece tavsiye kararları olmaktan ileri geçemedi. Doğrudan müdahale yönünde herhangibir karar alınmadı. Öte yandan İslâm ülkelerinin askeri müdahalede bulunmalarının sözkonusu olabileceği yönündeki söylentiler üzerine Yugoslavya Konferansı eşbaşkanları Vance ve Owen bir açıklama yapma ihtiyacı duyarak askeri müdahaleye karşı olduklarını bildirdiler. Bu açıklama aynı zamanda İslâm ülkelerine karşı bir gözdağı anlamı taşıyordu. Daha sonra Bosna-Hersek'teki BM Barış Gücü Komutanı Philippe Morillow Bosna-Hersek'e askeri müdahalede bulunmanın imkânsız olduğu yönünde açıklamada bulundu.

Sonuçta gerek uluslararası kuruluşların ve gerekse Batı ülkelerinin olayları yaptırım gücü olmayan kararlarla geçiştirmeleri gerekse Bosna-Hersek Müslümanlarına en büyük yardımı yapmaları gereken İslâm ülkelerinin dışa bağımlı politikalarından kaynaklanan ilgisizlikleri Bosna-Hersek'i acı ve ızdıraplara boğdu. 1992 yılının sonuna gelindiğinde yaklaşık 140 bin Bosna-Hersek'li öldürülmüş, çoğu Müslüman olmak üzere 2.5 milyon Bosna-Hersek' li de yurtlarını terkederek komşu ülkelerin topraklarına sığınmak zorunda kalmıştı. Bosna-Hersek Müslümanlarına yardım edenler de genelde gönüllü İslâmi kuruluşlardı. Yapılan açıklamalara göre 35 kadar İslami yardım kuruluşu bu Müslümanların imdatlarına koşmuştu. Bazı uluslararası kuruluşların Kızılhaç vasıtasıyla yaptıkları yardımlar ise genellikle Müslümanların ellerine ulaşmıyordu. Bazı yetkililer Kızılhaç'a verilen yardımların Sırplara teslim edildiğini onların da bunları parayla sattıklarını duyurdular. Bosna-Hersek'e yapılan yardımları koordine eden Merhamet teşkilatının Sancak temsilciliği, Sırbistan ve Karadağ kızılhaç teşkilatlarını BM'e şikayet ederek bu teşkilatların Müslüman mültecileri Sırp çetniklerine teslim ettiklerini ileri sürdü.

osmanlı ve vakıf çeşitleri

Osmanlı'da devlet, vatandaşın canını, malını korumak, asayişi sağlamak, sınırları muhafaza etmek, devlet düzenini ne bahasına olursa olsun her şeyden üstün tutmak, bu düzeni ilgilendiren her türlü yüksek menfaati sağlamakla mükelleftir.
Bayındırlık eseri yaptırmakla, vatandaşı okutmakla, onun ibadetine yarayan yapılar inşa etmekle ve bu gibi şeylerle mükellef değildi. Yalnız askerin üzerinden geçtiği yollar, köprüler, barındığı kaleler ve kışlalar, silahlandığı fabrikalar ve emsali şeyler vardı.
Peki, bu kadar cami, mektep, çeşme, imaret, hastane ve benzerlerini kim yaptırdı? Hemen hiç birini devlet değil! Şahıslar yaptırdı. Asırlarca ayakta durmalarını kim sağladı ve bugün ayakta durmalarını kim sağlıyor? Gene şahıslar!

Ya şahıslar yaptırmazsa? Böyle bir şey olmamıştır ve şahsın yaptırdığı cami, okul ve benzerleri, klasik Osmanlı düzeninde kâfi gelmiştir.

Yaptıranların başında padişahların gelmesinden tabiî bir şey yoktur ve bu husus hiç yadırganmaz. Zira devletin en zengin adamı daima padişahtır. (Son iki padişah, V. ve VI Mehmed hâriç)

Vakıf bir cami, mescid, medrese yaptırmak, kuru bina ortaya koyup, buyurun ibadet edin, okuyun demek değildi. Muazzam bir işti. Yapılan binanın asırlarca yaşaması için tedbir almak demektir. Büyük camilerde ve medreselerde, imaret ve hastanelerde, yüzlerce görevli ve muhtacı asırlar boyu durumlarına uygun şekilde beslemek demekti. Bunun için, gelir getirici, bol gelir getirici mallar vakfedilir: Çiftlikler, hanlar, hamamlar, evler ve akla gelen her şey.

Akıl Almaz Vakıflar
II. Bayezid devri (1481-1512) müelliflerinden Cantacasin, klasik eserlerinde o devir için şöyle der ( s. 207-8) : "Küçüğü ve büyüğü ile Türk ileri gelenleri (seigneurs Turcaz), cami ve hastane yaptırmaktan başka bir şey düşünmezler. Onları zengin vakıflarla techiz ederler. Yolcuların konaklaması için kervansaraylar inşa ettirirler. Yollar, köprüler, imaretler yaptırırlar. Türk büyükleri, bizim senyörlerimizden çok daha hayır sahibidirler, son derece misafir severler. Türk, hristiyan ve yahudileri memnuniyetle misafir ederler. Onlara yiyecek, içecek ve et verirler. Bir Türk, karşısında yemek yemeyen bir adamla Hristiyan ve Yahudi bile olsa yemeğini paylaşmamayı çok ayıp sayar.
D'Ohsson'a göre bu derece hayırseverliğin menşei İslâm dînidir. Şöyle der (VI, 302) : "Kur'ân, Türkleri, dünyanın bütün milletlerinin en hayır ve en insan severi haline getirmiştir."
Vakıf Çeşitleri
Hayır sahipleri neler yaptırmışlardır? Akla gelen her şey: Cami, mescid, külliye, medrese, mektep, çeşme, sebil, selsebil, şadırvan, yalak, fıskıye, havuz, kuyu, kaplıca, hamam, çifte hamam, ılıca, hela, yol, köprü, kervansaray, imaret, hastane, kütüphane, namazgah, musallâ, gasilhane, tekke, ribat, zaviye, hücre, dergâh, türbe, künbed, çarşı, pazar, han, bahçe, tarh, lağım, kışla, kale, hisar-beçe, palanka, burç, hendek, tabya, kaldırım, sokak, park, bulvar, miskinhane, kalenderhane, darülkura, darülhuffâz, dârülhadis, muvakkıthane, liman, fener, deniz feneri, yunak (çamaşırhane), yağhane, mumhane, şekerhane, demirhane, dökümhane, fırın, tezgâh, mezbaha, tophane, güllehane, şişhane, ahır, hara, dershane, tımarhane, dârüşşifâ, nişangâh, fetvâhane, menzilhane, nişantaşı, sâyebân, kameriyye, çardak, suyolu, sarnıç, tâbhane (prevantoryum), müftihane, mahkeme, sığınak, kabristan, köşk, konak, saray, sâhilsaray, yalı, ev, meşrûtahane, liman, iskele, kahvehane, bozahane, şırahane, kıraathane, eczahane, mahzen, cedvel (kanal) ve daha pek çok şey...
Bunların bir kısmı hayır eseri, bir kısmı da hayır eserlerine gelir sağlayan vakıf mülk olarak yaptırılıyordu. Her birinin çeşitleri de vardı.
Hastaneler
Hastaneler yalnız, yatan hastalara mahsus değildi. Ayakta tedavi de yapılırdı. Her gelen hastanın tedavisi yapılır ve fakir olduğunu beyan edenlere (başkaca bir vesika falan istenmezdi) bedava ilaç verilirdi. İstanbul, Edirne gibi büyük şehir hastaneleri aynı zamanda hekimlerin ihtisas yeri idi. Hekimler burada, her dalda ihtisas yaparlardı. Umumî ve yalnız bir tip hastalığa mahsus olanları dünyaca ünlüdür. 1451'de kurulan Edirne ve 1514'te kurulan Karacaahmed (İstanbul) cüzzam hastaneleri de tıp literatüründe ünlüdür. Zira XIX. asırdan önce cüzzamlılar, Avrupa'da hastaneye alınmıyor, ıssız yerlere sürülüp kaderlerine terk ediliyorlardı. Dışarıdan ayak üstü tedavi ve ilaç almak için gelenler, sabahtan öğleye kadar kabul ediliyorlardı. Öğleden sonra, yalnız yatan hastalarla uğraşılıyordu.
hastaneler bir iki istisna ile yalnız müslümanlar için değildi, "Allah'ın kulları olan bütün beşeriyete" açıktı. Batı'daki hastaneler ise yalnız ülkenin mezhebindeki mezhepten hasta kabul ederdi.
150 ilâ 300 hasta tedavi edebilen hastaneler vardır. Bir kaçı, hem müslüman, hem hristiyan hastayı, ayırmaksızın kabul eder. Kadınlara mahsus hastaneler de vardır. Bazı hastanelerde de kadınlara mahsus kısımlar bulunur ve bunlar, mutlak şekilde erkek hastalara ait kısımdan ayrılmıştır. Kadın hastalar, mutlaka kadın hastabakıcılar tarafından bakılır. Hekim olmayan hastane mensubu, kadın hastanın yanına bile yaklaşamaz.
Daha 1396'da Schiltberger, Bursa'da her dînden hasta kabul eden 8 hastane bulunduğunu yazmaktadır. Bundan tam bir asır sonra da Cantacasin (s.204), Sultanmehmed (Fatih) hastanesi'ni anlatırken, Müslüman, Hristiyan ve Yahudi hasta kabul eden, hastalarına çok büyük ihtimamla bakan, fevkalâde büyük geliri olan bir müessese olduğunu söyler.
İmâretler

Çok büyük bir sosyal yardım müessesesi imâretti. İçlerinde hayret uyandıracak derecede muazzam olanları varı. Nisbeten küçük bir müessese olan I. Sultan Murad'ın İznik'teki İmârethanesi bile, günde 2000 muhtaca yemek dağıtıyordu.
İstanbul'da II.Bayezid İmâreti, günde 1000 muhtaca iki öğün yemek dağıtıyordu (Sarrâf Hovennesyan, v 72; İnciciyan tercümesi, 135, not 2). Kânûni'nin yaptırdığı Süleymâniye İmâreti'nde ise, medresenin 600 softası ve hastalar dışında sayısız muhtaca yemek veriliyordu (Hovennesyan, v. 68; İnciciyan, 135, n.3). Bu imâret, bir büyük mutfakla üç yemek salonundan ibaretti. Arka tarafta, yolcuların hayvanları için bir ahır vardı ve burada da yolcuların hayvanları bedava yiyip tımar ediliyordu. Fakat bir yolcu, bu şekilde ancak üç gün ve tabiatiyla tamamen bedava misafir ediliyordu. Misafir yolcuların beş kişisi bir sofraya alınıyor ve her öğünde böyle 40 sofra kuruluyordu. Demek ki yalnız yolcu sıfatıyla günde 200 kişi yemek yiyordu. Her yolcuya günde 50 dirhem bal, misafirin hayvanına günde bir şinik arpa veriliyordu. Padişahın vakıf şartı böyleydi.
Vakıflar ve Sosyal Yardım
D'Ohsson (II,460-1) şöyle diyor: "İmâretlerde fakirlere her öğün bir ekmek, bir tabak dolusu koyun eti ve bir tabak dolusu sebze verilmektedir. Fakir olarak tanınmış ailelere ayrıca günde 3 ilâ 6 akça nakdî yardım yapılıyordu."
Fatih imâret ve kervansarayında her şeyin mükemmel ve bedava olduğunu, orada yalnız fakirlere değil, kibar yolcuları da gözleriyle gördüğünü nakleder.
II.Murat'ın 1436'da yaptırdığı Edirne'deki Muradiye İmâreti için 436718 akça gelir getiren vakıflar temin etmişti.
1611 yılı haziranında Polonyalı Simeon, Edirne'ye gelmiştir. "İstanbul-Edirne yolunun iki tarafı kâmilen kaldırım döşelidir". Her konakta hanlar, hastaneler, kervansaraylar, hamamlar vardır. Her menzildeki imâretlerde yolculara günde iki öğün bedava pilav, yahni (et), zerde ve iki fodla(ekmek) verilmektedir. Hayvanlar aynı şekilde bedava bırakılmaktadır. Kervan, bin kişilik olsa gene aynı ihtimam gösterilmektedir.
XV. asrın ilk yıllarında Bursa'da 7 imâret vardı. Alman gezgini Schiltberger'e göre bu imârette "Hristiyan, Mûsevî veya putperest olmasına bakılmaksızın, her yoksul, yiyip içebiliyordu." (Telfer nş., s. 404). Bu yazar, Bursa'nın 1400 yıllarında, Yıldırım Bayezid devrinde, Osmanlı taht şehri Edirne'ye nakledilmeden hemen önceki yıllarda, Bursa nüfusunu 200000 olarak vermektedir.
Kervansaraylar
Çok büyük hayır müessesesi olduğu kadar, ticareti ayakta ve yolları canlı tutan bir kuruluş, kervansaraylardır.
Kervansarayların daha mütevazı olanlarına "han" denilmektedir. (Vakıf olmayan yolcu hanları yani bugünkü oteller ve şehirlerdeki ticaret hanları ile karıştırılmamalıdır.) Han ve kervansarayların ekserisinin vakıfnâmesinde, yolcuların, hayvanları ile beraber, üç gün misafir edileceği, yedirilip içirileceği şartı vardır.
Bunlar, mimari bakımından da çok büyük sanat eseri olan muhteşem yapılardır. Sir Paul Ricaut (II,495): "Türkler'in bu binaları, son derece muhteşem yapılardır ve Türk eyaletlerinde pek çoktur." der. Havza gibi mütevazı bir kasabada (Doğu Trakya) böyle iki vakıf hanı vardı, yolcular bedava ağırlanırlardı. Çok büyük gelirli vakıflar tahsis edilmişti. Gelirleri ekseriya artardı. Meselâ Çatalburgaz'da İstanbul-Edirne yolu üzerinde Mustafa Paşa Kervansarayı'nın yıllık gelir fazlası ile haftada bir gün, civar köylere bedava yemek dağıtılıyordu.
"Anadolu'ya yollar üzerinde her fersahta kervansaray vardır. Bunlar, başka ülkelerde hiç görülmeyen hayır müesseselerdir." Daha XIII. asırda birinci imparatorluk Türkiyesi'nde, üç saatlik mesafeye bir kervansaray kondurulmuştu ve bu Selçukoğulları'nın eseriydi, başka ülkelerde yoktu.

Türbeler
Türbelerin bakımı için de vakıflar yapılmış olması tabiîdir. Bunların en muazzamı Eyüp Türbesi idi. 10 türbedar, 72 hafız olmak üzere türbenin hizmetinde 117 kişi bulunuyordu. (T. Öz, İstanbul camileri, I, 55). Zira dünya müslümanlarının büyük ziyaret yerlerinden biriydi ve her gün binlerce ziyaretçisi bitip tükenmek bilmezdi. Avlusundaki binlerce leylek ve güvercinin beslenmesi için de tertibat alınmıştı. (Şimdi leylek çok azalmıştır.)
Çok ziyaret edilen ikinci türbe, Fatih Türbesi idi. Dindarâne bir titizlikle bakılırdı. 12 daimî hizmetkârı vardı. Ayrıca 90 kadar hafız, her biri günde 16 dakika Kur'ân okumak üzere her gün münâvebe ile türbeye gelirdi. Bu suretle 1481'den 1924'e kadar 443 yıl boyunca, Fatih'in başucunda, bir dakika olsun Allah kelamı eksik olmamıştır.

Su Vakıfları
Son derece sevap sayılan vakıflardan biri, su vakıfları idi. Her taraftan su akardı. Bazı camilerde -abdest almak için- yaz kış sıcak su akması, o caminin vakıfnâmesi icabı idi.
Su vakıflarının en büyük masraflıları şüphesiz suyolları ve barajlardır. Su bulunan bir yerden, nüfusu kalabalık bir iskân mahalline su vermektir. Meselâ Kânûnî, Mekke'ye bol su getirtmiş ve Harem-i Şerif'i 360 kubbe ile örttürmüştü

İSLAM VE VAKIF

Vakıf kurumlaşmış bir yardım anlayışını ifade eder. İslâm’a göre herşey fani yalnız Allah bakidir. Mutlak hakim O’dur. Mülk O’nundur. Bu sebeble Allah’ı seven başta insan olmak üzere bütün yaratıkları sever. Bu anlayışla hareket eden kişi “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olan, malın en hayırlısı Allah yolunda harcanan, Allah yolunda harcananın da en hayırlısı halkın en çok ihtiyaç duyduğu şeyi karşılayandır.” düsturunu kendisine rehber edinir.

“İnsan ölünce üç şey dışında ameli kesilir. Sadaka-i cariye (sevabı devam eden sadaka) faydalanılan ilim ve kendisine dua eden hayırlı evlat.” hadisi ve “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe eremezsiniz” ayeti gereğince Osmanlı, Vakıf işlerini ön plana çıkarmış hem dünya hem de ahirete bir hizmet vasıtası görmüştür. Vakıf müesseseleri ile diğergamlılığın zirvesini yakalayan Osmanlı 26 binden fazla vakıf kurarak insanlarla birlikte hayvanlara da hizmet etmiştir. Osmanlı, Kur'an ve Sünnet çerçevesinde Asr-ı Saadette başlayan ilk vakıf faaliyetini büyük hizmetlere vesile kılmışlardır.

"Hayırda yarışınız" emri, "İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olanıdır" prensibi gereği toplum birbiri ile yarışmış ve günümüze kadar ulaşan muazzam eserler vücuda getirilmiştir. İnsanların ihtiyacına, çevrenin şartlarına göre değişen çok farklı hizmet alanları olan Vakıf müessesesi Osmanlı'da bu açıdan dinamik bir yapıya sahipti. Donuklaşmış, kalıplaşmış bir yapısı yoktu." İnsanların, canlıların yaşadığı yerlerde mutlaka onlara yapılacak bir yardım, bir hizmet vardır" anlayışı Osmanlı Vakıflarının genel prensibi idi.

OSMANLI TARİHİ VE VAKIF

Vakıf yapmak isteyen şahıs bir vakfiye yazarak Kadıya müracaat eder. Vakıf Senedi denilen vesika mahkemece tescil edilir. Vakıf Senedine padişah da dahil herkes uymak zorundadır. İslâm hukukuna göre. "Vâkıf’ın (vakfedenin) şartı şârii’nin (kanun koyucunun) nassı gibidir.” değiştirilemez.

Bir vakfiyede kurucunun adı, künyesi, lakabı, şöhreti, ünvanı, gibi kendisini iyice tanıtan bilgiler bulunur. Daha sonra ne maksatla vakfı kurduğu, isteklerinin neler olduğu, bu isteklerin yerine gelmesi için gelirin nereden ne kadar olduğu, hangi oranda nerelere harcanacağı sonra da bunu bozan ve değiştirenlere beddua edilir. İlk vakfiye Orhan Bey’e aittir.

Başta padişahlar olmak üzere sadrazamlar, bütün devlet ricâli ve varlıklı kişiler az veya çok gücüne göre vakıf yapmışlardır. Ahiret inancını aklından çıkarmayan Osmanlı ölümünden sonra da devam edecek sevaba önem vermiş, nasla korunan ve "ebedî hayır" olan vakıfları ayakta tutmuştur. Osmanlı bazı müesseselerde olduğu gibi Vakıf konusunda da kendinden önceki devletleri örnek almıştı. Daha ilk beylikler zamanında başlayan, devletin siyasî ve malî gücünün artması ile paralel gelişen vakıfların ilk tesisi Orhan Gazi zamanında olmuştur.

Orhan Gazi İznik'te ilk Osmanlı medresesini kurarken onun idaresi için yeterli geliri temin edecek gayri menkul de vakfetmişti. Bu medrese kısa sürede değerli ilim ve devlet adamları yetiştirdi. Orhan Gazi'nin Adapazarı, Kandıra ve Bursa'da inşa ettirerek vakfettiği cami, medrese, zaviye, imaret, aşevi, misafirhaneler ilk Osmanlı vakıfları olarak anılmaktadır.

Yıldırım Bayezid zamanında da şahıslar tarafından kurulan vakıflar ise "müfettiş-i ahkam-ı şeriyye" tayin edilerek teftiş ettiriliyordu. Özel şahıslar tarafından kurulan vakıflar mütevelliler tarafından yönetilmiş, kadılar vasıtası ile de teftiş edilmişlerdir. Her kadı kendi bölgesindeki vakıfları, emrindeki müfettişlere, teftiş ettirir. Bazen de bizzat kendisinin teftiş ettiği görülürdü. Payitaht (İstanbul) kadısı ise bütün vakıfları teftişle yetkili idi.

Osmanlılarda 1826'da kurulan Evkaf Nezaretinden önce vakıflar, vâkıfların şartlarına göre idare ediliyor, bunlar ayrı nezaretlerce murakabe ediliyorlardı.

1924 yılında çıkarılan 429 sayılı kanunla Evkaf Nezareti kaldırılıp, Başbakanlığa bağlı bir Genel Müdürlüğe havale edildi. Bundan sonra vakıflar tarihteki yerini ve fonksiyonunu yavaş yavaş kaybet-meye başladı.

VAKIF VE DEVLET

Osmanlılar döneminde devlet, vatandaşın canını, malını korumak, asayişi sağlamak, sınırları korumak devlet düzenini sağlamakla mükellefti. Günümüz modern devlet anlayışında devlet görevlerinden sayılan eğitim, sağlık, bayındırlık, diyanet, sosyal yardım hizmetleri Osmanlı’da devlet görevleri arasında sayılmıyor, bütün bu hizmetler şahısların kurduğu vakıflar tarafından yürütülüyordu. Vakıflara bu işleri yürütmek için de zengin akarlar bağlanıyordu. Osmanlı’da devlet anlayışı “Devlet-i Ebed Müddet” şeklinde olduğu için vakıflara da ebedilik şartı konmuş, devlet yetkilileri de vakfın hizmetinin devam edebilmesi için her türlü gayreti sarfetmişlerdir.

Vakıfların bu karşılıksız yardıma yönelik hizmetleri toplumun psiko-sosyal yapısı üzerinde devletin lehine olumlu etkiler yapmıştır. XVIII. yüzyılın sonlarında vakıf gelirlerinin tüm devlet gelirlerinin hemen hemen yarısı olduğu göz önüne alınırsa, geleneksel kültürümüzde Osmanlı yönetiminin halka yaklaşışının neden “Devlet Baba” olarak yorumlandığı daha açık anlaşılır. Osmanlının ortadan kaldırılması ile dahi silinemeyen bu devlet anlayışını halka zulmedenlerin hâlâ tepe tepe kullanmalarının hikmeti işte bu devlet anlayışında yatmaktadır. Halk kendisine ne kadar haksızlık yapılsa, zulmedilse dahi “devlet kutsaldır, devlet babadır, devlet evlatlarının kötülüğünü istemez, mutlaka bir bildiği vardır." gibi yönetici hatasından kaynaklanan bütün yanlışlıkları sineye çeker. Kimseyi hesaba çekmez. Gösteri ve benzeri yollarla hakkını arayanlara da iyi gözle bakmaz.

VAKIF VE SOSYAL HAYAT

Vakıflar yalnız ibadet, eğitim, sağlık ve ulaşım gibi toplumsal temel ihtiyaçları konu almaz. Genelden özele doğru insanların toplum hayatı içinde yolculara yardım etmek, esirleri azad etmek, mektep çocuklarının gezdirilmeleri, fakir kızlara çeyiz temini, hayvanlar için çayır; sel, yangın, deprem, hastalık, fakirlik, borçluluk gibi zaruretlerin giderilmesi, acizlerin doyurulup giydirilmesi, tedavi ettirilmesi iş yapacaklarla sermaye bulunması, borçtan mahkum olmuşların borcunun ödenmesi için “avarız vakıfları” kurulmuştur. Bizzat padişah veya saray mensupları tarafından kurulup yönetilen vakıflara ise “Mazbut vakıflar” bir diğer ismi ile “Selâtin Vakıfları” denmiştir. Osmanlı hanedanının son temsilcileri de ülke dışına çıkarılması ile sahipsiz kalan “Selâtin Vakıfları” vakıf bedduasından haberi olmayan, ahiret hayatını unutmuş bedbahtlar tarafından talan edilmişlerdir.

Osmanlıda genelde şehirler, vakıf bir külliyenin, mahalleler vakıf camilerin, hamam, çeşme ve benzeri yapıların etrafında kurulmuştur. Bu şekilde yapılan yüzlerce eser Rumeli’de şehirlerin İslâmî vecheye bürünmelerini sağlamıştır. Osmanlı bir iskan ve kolonizasyon metodu olarak vakıflardan faydalanmıştır. Mesela Lale Devri’nin meşhur sadrazamı Damat İbrahimpaşa doğduğu köy olan Muşkara’yı geliştirmek ve büyütmek için pek çok eser yaptırdı. Muşkara bu eserler vasıtası ile verilen hizmetle kısa zamanda büyüdü ve gelişti. Zamanın gelişmiş şehri olan Muşkara’ya “Yeni Şehir” anlamına Nevşehir adı verildi. Nevşehir, vakıfların Türk şehir hayatında oynadığı rol için güzel bir örnektir.

Şehirlerimiz 1856 yılına kadar belediye teşkilatından mahrumdu. Vakfiyeler incelendiğinde, bu tarihten önce su, ulaşım, aydınlatma, temizlik, asayiş gibi belediye hizmetlerinin hep vakıflar tarafından gerçekleştirildiği görülür.

Su kanalları, su kemerleri, maksemeler, çeşmeler, sebiller, kuyular, hamamlar tamamen vakıf kuruluşlardı. Fakirlerin parasız yıkandıkları hamamlar mevcuttu. Sebillerde buzlu su, hatta şerbet dağıtılırdı. Yol, kaldırım ve köprü yapımını vakıflar sağlıyordu. Bazı hayır sahipleri kurdukları vakıflarla "kandilciler" tutuyor, yine vakıf geliri ile kandil ve yağ alarak sokakları aydınlatıyorlardı. Sokakların temizlenmesi ve umumî helâlar için vakıflar kurulmuştu. Bekçi ücretleri vakıflardan ödeniyordu. Vakıf hastahanelerde her din ve ırktan insan tedavi ediliyor, gerekirse ücretsiz ilaç veriliyor, doktor temin ediliyordu. İmaretlerde yoksullara, yolcu ve misafirlere her gün bir veya iki öğün yemek yediriliyordu. d'Ohsson'a göre İstanbul imaretlerinde her gün parasız yemek yiyenlerin sayısı 30 bin idi. Böylece vakıflar bir yandan binlerce görevliye maaş ödüyor, öte yandan yüzbinlerce insana hizmet götürüyordu. Böylece vakıflar yolu ile gelir dağılımındaki dengesizlikler asgariye indirilirken, yine aynı sebebe bağlı olarak ortaya çıkabilecek sosyal patlamaların da önü alınmış oluyordu.

Vakıfların ülke ticaretine ve ekonomik hayatın gelişmesine de olumlu etkileri olmuştu. Hemen bütün şehirlerde vakıf ticaret hanları vardı. Şehirler arası yollar, önemli stratejik mevkilere kervansaraylar yaptırılarak sürekli işler halde tutulmuş, böylece yolcu ve tacirlere yol güvenliği ve konaklama imkânı sağlanmıştı. Kervansarayların vakfiyelerinden buralara yerli-yabancı, hür-köle, erkek-kadın, müslim-gayr-i müslim herkesin kabul edildiğini yolcuların gıda, ilaç hatta ayakkabı ihtiyaçlarının karşılandığı ve hayvanlarına da bakıldığını öğrenmekteyiz. Ücretsiz hizmet sunan kervansaraylar vakfedenlerin bıraktığı gelirle bu fonksiyonlarını yüz yıllar boyu sürdürmüşlerdir.

Ayrıca vakıflar büyük sanat eserlerinin, hat, taş, ağaç, maden işçiliği, tezhip, çini, kitap, cilt, ebru gibi sanat dallarının gelişmesine, şaheserler verilmesine katkıda bulunmuşlardır. Vakfiyelerin dil, kültür, tarih, hukuk, iktisat tarihi, sosyoloji, hatta folklar açısından taşıdığı önem ise ayrıca hatırlanması gereken bir konudur.